Hoşçakal iki gözüm

Day 1,010, 13:43 Published in Hungary Slovakia by Diaspora King

Aradan 11 yıl geçti. Zaman ne çabuk da akıp gitti. Ahmet Kaya’yı kaybedeli tam 11 yıl oldu! Açıkçası ne yazacağımı bilmiyordum. Yaşarken anlatılması zor bir insanın ardından bir şeyler yazmak daha da zor. Çünkü sürekli bir yanı eksik kalacak.

Fakat geçmişe dönüp baktıkça anılar, sonbahar yağmuru gibi damla damla yeniden birikiyor, inadına canlanıyor. Onun yaşamının son 10 yılına tanıklık ettim ve bir parçası oldum. Çok şey öğrendiğim zor ama bir o kadar da güzel 10 yıl! 22 yıl önceydi.



“Avrupa’da kaybolup gitmek mi, yoksa benimle gelip ülkende ejderhalara karşı savaşmak mı istersin?” sorusuyla başlamıştı Ahmet Kaya’nın yanında 10 yıl süren bir macera. Ülkeye döner dönmez de büyük bir konser turnesinde asistanlığım başlamıştı. Her şey çok yeniydi. Mekanlar, ilişkiler... Farklı bir yaşam. Üstelik sonbaharın karanlığından daha da karanlığa bürünmüş bir ülke de. En çarpıcı olanı da, uzaktan tanıdığım Ahmet Kaya’yı yakından tanımaktı. Yalnızdı. Oysa uzaktan ne kadar da farklı görünüyordu. Yanında en az dört-beş kişiden oluşan bir grup, -muhtemelen eski yoldaşları- örgüt birimi gibi çalışıyor olmalı diye düşünürdüm hep. Organizasyonundan güvenliğe kadar. Çünkü tek başına Ahmet Kaya’nın 12 Eylül sonrası karanlıkta varolması başka türlü nasıl mümkün olabilirdi ki? Kısa sürede bunun böyle olmadığını şaşkınlıkla anlamıştım. Bir tek inancı, bağlaması ve Gülten Kaya vardı. Her şeye koşturan, hesaplayan, yeni şarkılara sebep olan, bir örgüt birimine bedel Gülten abla. Sonra Yusuf abi...

Yusuf Hayaloğlu ile ilk tanışmamız “Kod adı Bahtiyar” albümünün kayıtlarında olmuştu. Ahmet Kaya’nın bir anda parlayıp espriye dönüşen anarşist öfkesinin tam zıttı Yusuf Hayaloğlu. Mavi gözlerindeki o mağrur hüzün, sakallı yüzü ve dal gibi haliyle bu yalnızlığın dervişane bir diğer yanıydı. Üç farklı insan ve aynı şarkılara can vermeye çalışan üç telaşlı yürek.

Dört konser olmuştu bu arada. Özal’ın cumhurbaşkanı seçilmesine günler kala Ankara’daki beşinci konser, salonun önünü saran çevik kuvvet tarafından “iptal edilivermişti.”

Haberi alır almaz otelden son sürat salon önüne gitmiştik. Salonun önüne birikmiş olan bine yakın insan “Ahmet! Ahmet” sloganları ve alkışlarla karşılamıştı. İleriki yıllarda benzer durumlarda çok defa tanık olduğum onun gözünün karardığı “o an” ile ilk defa karşılaşıyordum. Sert bakışları kadar sert adımlarıyla kalabalığı yararak salon girişine ilerliyor, biz de ona yetişmeye çalışıyorduk. Salonun hemen girişinde duran ilk polise “kim senin amirin?” diye sordu. Bu emrivaki soru karşısında ne yapacağını şaşıran polis ileride duran 40 yaşlarında kahverengi deri montlu, elinde telsizli birini gösterdi. Hızlı adımlarla üstüne doğru gelen Ahmet Kaya’yı hesapta alttan almak ister üslupla “sakin olun Ahmet bey. Cumhurbaşkanlığı seçimleri var, bu nedenle konser iptal edildi.” Ama Ahmet abinin sakinleşeceği yoktu.

“Cumhurbaşkanı’nın benim konserimle ne alakası var karrrdeşim” diye hesap sormaya devam etti. Bu, içindeki ‘r’ harfine basa basa telafuz edilen “karrrdeşim”in aslında “kardeşten” çok başka bir anlamı vardı. Amir bey tokat gibi lafı yemiş, rengi de gitmişti. Birkaç metre ileride olup bitenleri izleyen ve Ahmet abinin gürleyen sesinden güç alan kalabalık “Ahmet! Ahmet”! sloganıyla cevap verdi. Ortam iyice gerilmiş, amir belki de ilk defa ne yapacağına karar veremiyordu.

“Saygılı olun lütfen...” diye devam edecekti ki, Ahmet abinin, “Saygının da, senin de, Cumhurbaşkanı’nın da...” demesiyle amirin lafı boğazında kaldı. Akabinde olan olmuş üç kişi yaka paça gözaltına alınmıştık. Ortalık ana baba günü.

Daha sonra şubede ekiplerin amiri “En azından Ankara’da, sana ikinci Yılmaz Güney olma fırsatını vermeyeceğim” sözleriyle bizi bırakmıştı. Oysa O’nun derdi kendisi olmaktı.

Sokaktaki sessizliğe inat “Sizleri en içten devrimci duygularımla selamlıyorum arkadaşlar” diyerek başladığı konserler, insanları bir anda korkuyu yenen öfke dalgasına dönüştürüyordu. O dönemde şovenizmin pek tabanı yoktu. Türk, Kürt ve diğer uluslardan gençler Ahmet Kaya konserlerinde aynı coşkuyla aynı sloganları paylaşıyordu. Her konser bir eyleme dönüşüyordu. Birçoğunun abisi, ablası herhangi bir yakını 12 Eylül’ün gazabına uğramış, ya hâlâ cezaevlerinde ya da henüz yeni çıkmaya başlamışlardı. Bellekler henüz zayıflamamış, faşizme olan öfke Ahmet Kaya ile güç bulmuş, ses bulmuştu. Her şarkısı insanları biraz daha bütünleştiriyor, birer silaha dönüşüyordu. Şafak Türküsü, An Gelir, Hani Benim Gençliğim, Bahtiyar... Egemen güçler bu şarkılardan korktu, yeni şarkıların geleceğini bilmek onların kabusu oldu. Ahmet Kaya şarkılarıyla büyüyen bir kuşak, artık salonlara sığmıyor, stadyumlara akın ediyordu. Baskılar, gözaltılar, peşpeşe açılan davalar bu ağır sorumluluğun bedeliydi. Ahmet Kaya’yı nihai olarak susturma planını egemen güçlerin o günlerde hazırladığını bugün bilmeyen yok. Ve o büyük yalnızlık. Ejderhalara karşı savaşmanın yalnızlığı. Dedim ya... uzaktan tanıdığım Ahmet Kaya’yı daha iyi tanımaya başlamıştım. Diğer taraftaysa sözüm ona muhalif aydınlar, sanatçılar ve bunların etkilediği bazı sol yapılanmalar.

“Devrimci arabesk yapıyor! Sol lümpenlik yapıyor!” saldırılarının bilinçaltında “Biz dururken neden O?” vardı aslında. Her türlü dengeyi altüst eden “Hilesiz, hurdasız neysek oyuz. Ne olacaksa olsun!” diyen bir yüreğin tercihini yapmıştı halk. Duygusal bir tercihti bu. Bunu devrimci bilinçle bütünleştirmeye hazır bir siyasi öncü ortada yoktu. En büyük yalnızlık da aslında buydu.

Derken, fırtına gibi akıp giden yıllar ve MGD (Magazin Gazeteciler Derneği) ödül töreni. Kürt Özgürlük Hareketi’nin en zor döneminde “Kürtçe bir şarkı yaptım, bir de Kürtçe klip çektim. Bunu burada yayınlayacak yürekte insanların olduğuna inanıyorum. Yayınlamazlarsa da... Türkiye halklarıyla nasıl hesaplaşacaklarını da biliyorum” sözleri, toz pembe medya dünyasının içine bomba gibi düşmüştü. Yuhlama, uçuşan çatal, bıçak ve bozuk paralar. Korkuya köle olanların bu tepkisine inat “Kürt realitesini kabul etmeyenlerin tepesinden inmeyeceğim. Bu böyle biline” sözleri düşen bombanın patlayışı olmuştu. Ödül töreni linç törenine dönüşmüştü.

Zor bela salondan çıkıp eve gelebilmiştik. Televizyon kanallarında “Ahmet Kaya bölücü terör örgütü lehine propaganda yaptı!” Flaş haber olarak geçmeye başlamıştı. Haberleri izlerken Ahmet abinin yüz ifadesine bakıyordum. “Ne olacaksa olsun!”

Göz göze gelmiştik birden. “Çetinim hele bir cigara ver.”

Bu sigara istemenin ardından kesin bir şeyler söylecekti. Sigaradan derin bir nefes aldıktan sonra televizyonu başıyla işaret ederek “ya böyle ol, ya da hiç olma daha iyi!”

Her zaman ve her yerde ejderhalara karşı savaşmak! Yani ölüme meydan okumak. İşte benim 10 yıl süren öğrenciliğimin sonucunda, Ahmet Kaya’dan öğrendiğim bu oldu. 16 Kasım’da Ahmet Kaya’yı anmak günümüzdeki ejderhalara karşı savaşarak olur.

Karanlık içinde karanlık zaman içinde zamansızdın.
Havaya savrulan kum taneleri gibi kayıp karanlığa inat yanan ateş kadar yalnızdın.
Biçilmeye hazır buğday değildin sen.
Zaman denizinde meğer, telaşla inip kalkan bir dalgaydın sen.
Ne kadarda çırpınsan ne kadarda boğuşsan, ömrün... ömrümüz... sahile varıncaya kadar.
Ustam, abim...
Sahilde, yine arsız bir çocuk var.
Durmadan, durmadan dalgalara taş atar, taş atar...

Çetin Oraner