KureselDevletEmperyalizmi

Day 3,065, 11:48 Published in Turkey South Africa by cirujanoo

Dünyadaki bir çok devletten daha güçlü şirketler ortaya çıkmış durumda. Özellikle donanımlı insanlar milliyetçiliğin üzerlerinde oluşturduğu psikolojik baskıdan bunalıp dünya vatandaşlığı kavramına sığınan eğitimli insanlar büyük şirketlerin sağlayacağı özel güvenlik ve yaşam alanı imkanlarına göç edecek.

Evet Uluslarüstü Global Şirketler'de çalışmak cazip olacaktır, ancak böyle şirketlerde çalışabilmek için çok seçkin düzeyde eğitimli olmak gerekecek.

Yani bu global şirketler Halklar'a çare olamayacak, ve bir gün gelecek, bu şirketler nerede zengin araziler varsa oraları satın alacak, ve nerede İstanbul gibi Los Angeles gibi güzel şehirler varsa yavaş yavaş oralardan toprak alıp şehirin en manzaralı güzel semtlerini global tapularına katacak.

Global güç sonra dünyada parça parça ve birbirinden uzak bölgelerindeki topraklarda kendi bayrağını asacak ve Global Devlet oluşumuna gidecek.

Küreselleşme

Küreselleşme bir yönü itibariyle “dünya çapında bir toplumsal ilişki artışı ve yoğunlaşması”dır; diğer bir yönü itibariyle ise “yeni sömürgecilik”tir, “yeni emperyalizm”dir. Denebilir ki, emperyalizmle birdir, aynı şeydir. Bir fark varsa o da çağdaş emperyalizm olmasıdır; eski emperyalizmin, günümüzde “tek ve kaçınılmaz bir olgu olarak” dünyaya yeniden sunulmasıdır. Küreselleşme kapitalist sermaye birikiminin, sadece yeni bir aşamasıdır.

Küreselleşme süreci; doğası gereği ülkeler arasındaki sınırları, ekonomik olan ve olmayan bütün sınırları ortadan kaldırmak istiyor ve bunu başarıyor. Bu kapsamda mal ve hizmet ticareti, üretim faktörleri hareketleri, finans akımları küresel boyutlar kazanmaktadır. Ancak ilginçtir ki, üretim faktörlerinden “işgücü” üzerindeki kısıtlamalar devam ediyor. Bu da hayli anlamlıdır ve üzerinde ayrıca durulması gereken bir konudur.

Son derecede önemli olan, ancak gözlerden itina ile gizlenen bir husus da küreselleşmenin esas itibariyle “ulusötesi şirketler”in eseri olmasıdır; yani, bir zamanlar ulusal boyutta olan şirketler, ulusötesi (trans-national) şirketler haline geldiği ve gelmekte olduğu içindir ki, küreselleşme denen olgu ortaya çıkmıştır.

Peki, ulusötesi şirket (UÖŞ) nedir?

Bir “ulus-ötesi şirket” veya “küresel şirket”, doğrudan yabancı sermaye yatırımı yapan, birden fazla ülkede üretim faaliyetlerinde bulunan şirkettir. UÖŞ’ler Batı’da Sanayi Devrimi’nin ardından, 19. yüzyılın sonlarında, uluslararası faaliyetler de gösteren güçlü sanayi şirketleri olarak ortaya çıktı. Özellikle 1920’lerden itibaren tekelleşmeye, giderek daha fazla küreselleşmeye yöneldiler. Birleşme ve satın almalarla, dev boyutlu dünya şirketleri haline geldiler. Ulusötesi şirketlerin sayısı 2010 yılı itibariyle 80 bini, şube sayısı 800 bini aşmış bulunuyordu. Başlıca örnekleri şunlar: General Motors, Wal Mart, Exxon Mobil, IBM, Volkswagen, Hitachi, Sony, Deutsche Bank, Mitsubichi, China National Petroleum, HSBC,… Bu şirketlerin yüzde 90’ı sanayileşmiş ülkelere (ABD, Avrupa ve Japonya’ya) aittir. Asıl güç ve servet zirvedeki 100 şirket elinde yoğunlaşmıştır.

Bugün diyebiliriz ki, ulusötesi şirketler dünya ekonomisinin yeni egemen aktörleri konumundadır. Dünyada gittikçe artan miktarda sermayeyi kontrol altına almakta; faaliyetleri, gittikçe artan bir hızla “ulus-devlet”lerin kontrolü ve hukuku dışına çıkmaktadır. Ekonomik büyüklükleri açısından devletlere rakip bir konuma gelmişlerdir. Bu demektir ki, dünya ekonomisi hızlı bir şekilde UÖŞ’lerin kontrolü altına girme eğilimindedir. Bu şirketler –Türkiye gibi- ulus-devletleri “küresel gelişme”nin baş engeli olarak görür. “Küresel gelişme”den anladıkları ise, her şeyi ile kendi ellerine geçmiş, yalnızca kendilerinin hükmettiği bir dünyadır. Nitekim bir görüşe göre dünyayı “7 kız kardeş” yönetiyor, yani 7 küresel petrol şirketi: Exxon, Cheuron, Gulf,Texaco, BP, Mobil ve Shell!... Amerikalı yazar Texe Marrs, bir yapıtında dünya ekonomisini 10 büyük ailenin yönettiğini ileri sürer.

“Ulusötesi şirketler küresel pazarlarda istedikleri gibi hareket ediyorlar” desek, yanlış olmaz. Bu firmalar tüm etkinliklerini dünya çapında değerlendiriyor, pazarlama ve üretim stratejilerini küresel boyutta belirliyorlar. Teknolojik güçlerini ve üstünlüklerini kullanarak rekabeti önlüyor, tekel olmanın büyük avantajını kullanıyorlar. Muazzam finans güçleri ile rakip şirketleri ele geçiriyorlar. Sermaye piyasalarında hisseleri topluyor, sınır-içi ya da sınır ötesi şirketlerle birleşerek veya rakip şirketi satın alarak rakiplerini piyasadan siliyorlar. Bu yüzdendir ki, dünya ölçeğinde başlıca sanayi ve hizmet sektörlerinde mevcut şirket sayıları gittikçe azalmaktadır. Bu trajik ve tehlikeli eğilim gelecekte bir “despotlar ekonomisi ve dünyası”nın habercisi gibi görünmektedir.



‘***’

Ulusötesi şirketler birleşiyor, güçleniyor, tekelleşiyor; uluslararası güç dengelerinde çok önemli aktörler olarak sahneye çıkıyorlar. Küreselleşme sürecinin dönüşümlerinde önde gelen roller alıyor, hatta pek çok değişime yön veriyorlar. Küresel şirketlerin bugün ulaşmış olduğu güç, denebilir ki, insanlık için felaket boyutlarına erişmiştir. Ulusal sınırların dışına taşan sermaye, küresel ölçekte bu şirketler tarafından yönlendiriliyor. Ulus-ötesi sermaye, tarihte görülmemiş ölçekte sanal bir hiper-birikim sürecine girmiş bulunuyor. Bu yeni rejim; sermayenin mantığına karşı çıkabilecek her türlü toplumsal ve kültürel direnç noktasını, parçalayarak, küresel sermayenin tahakkümüne sokuyor [Erinç Yeldan].

Trilyonlarca dolara hükmeden ulusötesi şirketler, dünya ekonomisi üzerinde muazzam bir yaptırım gücüne sahiptir. Bir avuç elit –bir tür aristokrasi- hedeflerine ulaşmak için, birlikte hareket ediyor, planlarını önceden yapıyor, hükümetleri, medyayı satın alıyor, savaş dahil her araca başvuruyorlar. Günümüzde ulusötesi şirketlerin gücü o denli artmıştır ki bunlar artık yalnız ülke ekonomilerinin yapısını ve kurallarını değil, dünya ekonomisinin yapısını ve kurallarını da belirlemektedir.

Dünya toplam ticaretinin büyük bir bölümünü çok uluslu şirketler gerçekleştiriyor. Teknolojik gelişmeyi de denetliyorlar. Dünyanın hangi yöresinin gelişeceğini ve hangi yörelerinin yeni teknolojiye sahip olacağını da onlar belirliyor. Küresel şirketler için, bir hukuk düzeninin mevcudiyeti elbette önemliydi. Ancak bu, kendi faaliyetlerini çıkarlarına en uygun şekilde yürütmelerini sağlayacak uluslararası bir hukuk düzeni olacaktı. Bunu da başarma yolundalar, dünyada kendi hukuklarını geçerli kılmak için büyük bir çaba içindeler. Ancak bununla da yetinmiyor, toplumların yaşayışlarına, siyasi mekanizmalarına ve kültürlerine de önemli etkiler yapmakta, hatta doğrudan veya dolaylı olarak müdahale etmektedirler. Dünya üzerinde bütün insanlar benzer şekilde yaşasın istiyorlar (homojenleştirme). Kendi ekonomik, kültürel ve toplumsal bakış açılarını bireylere ve devletlere dayatıyorlar.

‘***’

Netice olarak, dünya ekonomisi yalnızca küresel şirketlerin hizmetinde olan bir sisteme dönüşme yolundadır. Bundan dolayıdır ki, bir “küresel işletim sistemi”nden bile söz edilebilmektedir artık.

Thomas Friedman, bu açıdan, küresel sistemin nasıl çalıştığı konusunda şu görüşü ileri sürmüştür: Ülkelerin devlet ve yönetim sistemleri bilgisayarların “işletim sistemleri”ne, bu sistemlerin içeriği de “yazılımlar”a benzetilebilir. Eğer bir devlet ve hükümetin yapısı eskimiş ise (yani UÖŞ’lerin gelişip yayılmasına engel teşkil ediyorsa, cd), küreselleşmenin (yani UÖŞ’lerin çıkarlarının, cd) gerektirdiği yazılım sistemi işleyemez. O zaman sistem kilitlenir. Bugün, ülkelerin çoğunda söz konusu işletim ve yazılım sistemi, uluslararası sermayenin işleyeceği şekilde değildir. Bu yüzden yeni yazılım (küreselleşme) için, işletim sistemini (devletleri, hükümetleri, bireyleri) değiştirmek, belirli değişimlere tabi tutmak gerekiyor!


Hiper-Birikim ve Sömürü

Küresel şirketlerin ulaştığı güç, insanlık için felaket sayılabilecek boyutlardadır günümüzde. Genç iktisat profesörlerimizden Erinç Yeldan bir makalesinde, Kaliforniya Üniversitesi sosyoloji profesörü William Robinson’un Focus on Trade sitesinde yayımlanmış olduğu bir yazısından faydalanarak bu durumu şöyle özetliyor[iii]:

Kapitalizm son otuz yıl içinde önemli bir yeniden yapılanma süreci içine girdi. Ulusal sınırların dışına taşan sermaye, küresel ölçekte artık ulus-ötesi (trans-national) şirketler tarafından yönlendiriliyor. Bir yandan da finans sermayesinin spekülatif birikimleriyle beslenen ulus-ötesi sermaye, tarihte görülmemiş ölçekte sanal bir hiper-birikim uğraşına yöneldi. Gezegenimizin tüm kaynaklarını piyasanın kâr ve birikim mantığının emrine sunan bu dönüşüm, insan emeğinin acımasız bir ölçekte sürdürülen hiper-sömürüsüne dayanıyor.

Söz konusu hiper-birikim ve hiper-sömürü rejimi, emeğin geçmişteki tüm sosyal kazanımlarını teker teker yok etti; sermayenin mantığına karşı çıkabilecek tüm sosyal, toplumsal ve kültürel direnç noktalarını, parçalayarak, küresel sermayenin tahakkümüne bağımlı kıldı.

Tüm ülkelerde gelir dağılımının emekçi sınıflar aleyhine bozulması, sosyal dışlanma ve çaresizlikle sonuçlandı. Yığınsal işsizler ordusu hızla toplumsal kutuplaşmaya, etnik, dinî ve benzer sosyo-kültürel boyutta şiddete varan ayrımlara itti. Sosyal tabakalar birbirine düşman hale geldi. Bütün bu gelişmeler de giderek açık faşizmin sosyal tabanını oluşturmaya başladı. Hiper birikim dünyası; bütün bu çelişkilerin bir sistem dışı çözüm arayışına yönelmemesi için, bir yandan da kontrolü altında tuttuğu medya aracılığıyla emekçi yığınlara borç batağına dayalı bir hiper-tüketim ve sahte cennetler dünyası vaat ediyor.

Profesör Robinson’a göre mevcut askerî-cezaevi-sanayi-finans-medya’nın karmaşık ilişkilerine dayalı ulus-ötesi, küresel kapitalizmin üç ana dayanağı bulunuyor.

-Birincisi, militarize olmuş, askerî harcamalara dayalı birikimin giderek artan önemi... Kapitalizmin yeni teknolojileri ve yeni kaynakları askerî teknoloji tarafından yönlendiriliyor. Kapitalizm, dünyamızı, savaş teknolojisi ve militarist baskı olanakları olmadan idare edemez hale geldi.

-Ulus-ötesi sermayenin ikinci müdahale alanı kamusal varlıkların ve kamusal/sosyal tüm hizmetlerin talan edilmesi…. Ulus devletlerin kamu gelirlerine spekülatif finansal sermaye araçları (borsalar, menkul kıymetlendirilmiş borç senetleri vb.) ile el konuyor. İflasa sürüklenen devlet bütçelerinin onarılması; yine emekçilerin sosyal kazanımlarının ve sosyal haklarının daha da daraltılmasına yol açıyor. Sosyal/kolektif olan her varlığın, yağmalanarak, küresel kapitalizmin kâr mantığına terk edilmesini sağlıyor.

-Finansal spekülasyona dayalı birikim rejimi bu sistemin üçüncü ve belki de en önemli dayanak noktası... Ulus ötesi sermaye, trilyonlarca dolarlık (sanal) fonları konut veya petrol, gıda ve benzeri emtia piyasalarında spekülatif köpükler yaratmak suretiyle çoğaltmaya çalışıyor; sanayi birikiminde karşılaştığı tıkanıklıkları bu yoldan aşma gayreti içinde…

Öte yandan sahte değerler dünyasına dayalı sanal kültür, insanlık tarihinin tüm sosyal ve kültürel değerlerini acımasızca tahrip ederken, sermayenin hiper birikim ve hiper sömürüsünün, açık faşizan siyasî rejimler altında sürdürülmesine olanak sağlıyor.

Peki çözüm nedir, emekçilere ve emek örgütlerine düşen görev nedir? Profesör Robinson bu soruyu şöyle yanıtlıyor: Sınıf bilincini ve sınıfa dayalı siyaset anlayışını canlı tutmak.


Not: Tehlike Gülüm Tehlike !