Tarih... Balkan Savaşı Pierre Loti

Day 1,860, 01:50 Published in Turkey South Africa by Kursad TURK

Pierre Loti’nin telgrafı
Osmanlı davasına cömertçe ve ateşli şekilde bağlı olan Pierre Loti, bize Edirne’den telegraf yoluyla duygusal bir savunma gönderince, seçkin iş arkadaşımız Henri Lavedan, bu haftaki L’Illustration’daki başyazısının yerini Fransız Akademisi’nden arkadaşına bırakmaya karar verdi.
Can Çekişen Türkiye kitabının yazarına Edirne’nin, İstanbul’a indiğinde karşılaştığı çok coşkulu karşılamadan da daha sıcak, daha yürekten bir karşılama hazırladığını burada belirtelim.
18 Ağustos, gece yarısı M. Pierre Loti Osmanlı’nın eski başkentine varıyordu. Muzaffer bir giriş yaptı: Askerler silâhlıydılar; Müslüman ve Hıristiyan din erkânı İslâmın dostunu karşılamak üzere buluşmuştu; bayraklar gecenin dondurucu rüzgarında dalgalanıyor, bando çalıyordu; gardan onun için hazırlanan eve kadar Selimiye Camii’nin muhteşem gölgesinde, “Yaşasın Fransa” çığlıkları bir alkış konseri halinde Edirne’nin misafirini selâmlıyordu. Ertesi gün, M. Pierre Loti, işte bu bildiriyle çok derin hislerine tercüman oluyordu:
“ Edirne, 19 Ağustos 1913
Dün akşam, Edirne’ye girerken hayatımdaki en beklenmeyen ve en güzel heyecanlardan biri yaşadım ve yol boyunca selâmlara cevap verirken gözlerimin bir miktar yaş ile sisleniyordu sanırım.
Bana uzanan birçok eli sıktım. Hattâ annelerinin kollarıyla uzattığı küçük çocukların da ellerini sıktım – canavar Bulgarların muska yapmak için kestikleri ellere benzeyen elleri… Hepsini sıkmak istedim ama binlercesi vardı, çok fazlaydılar. Beklentimin aksine, bayram yapan bir şehre girdim. Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi, hepsi birleşmişti; ruhları doldura sadece hak ettiğimden yüz defa daha fazla bir minnetin hamlesi değildi, ama kâbusların en korkuncundan, insan eti kasaplarının bıçağı altında korku ve dehşet içinde geçen birkaç ay yaşadıktan sonra kurtulmanın herkesi kaplayan sevinç patlaması vardı.
Herkese derin bir teşekkür. Ve yaşasın Osmanlı Edirne’si ! Bir an şaşkınlık yaşayan Avrupa nihayet anlasın ve pişman olsun ! Diplomasinin, acıma dışında, hiç olmazsa biraz vicdanı olmaması mümkün değildir. Bir zamanların barışı ve refahı, dün gece minnet duyan ve benimkinin hemen yanında çarptığını hissettiğim, ama hâlâ çok endişeli yüreğe sahip bu şehre geri dönsün.
Pierre Loti”




Pierre Loti’nin makalesi




Sadece ve bütün samimiyetimle Bulgarlar tarafından çöle çevrilen Trakya’da kendi gözlerimle gördüğümü söyleyeceğim. Oh ! İğrençlik bakımından bana anlatılanları, benim hayal ettiklerimi ne kadar çok aşıyor ! Birkaç ay içinde böylesine bir yıkımı başarmak için kurtarıcı Hıristiyanlar nasıl bir kudurmuşluk içinde çalıştılar!
Çöl, diyorum, ve çöllerin en trajik olanı, çünkü daha dün burasının mutlu bir vilâyet olduğu ve toprağın çok yakın zaman önce öldürülmüş köylülerle tamamen dolu olduğu biliniyor. Şimdi hiçbir şey yok. Beni bütün hızıyla götüren askerî otomobilin içinde tek canlı insana rastlamadan kilometrelerce gidebilirdim. Şurada, burada hayvan iskeletleri, karga bölükleri. Uzaktan uzağa taş yığınları, harabe halinde küçük duvarlar yumağı: köylerden geriye kalan bunlar. Bazen yaklaşılırsa acıdan kasılan korku dolu bir yüz molozların arasından çıkıyor. Bir zamanlar evi olan yerin içinde, dallardan yapılmış çatısının altına sığınmış büyük katliam kaçkını birkaç kazazede.
Bu hayalet köylerden rasgele birini ayrıntılı olarak anlatacağım: Meselâ yarım saat durakladığım Havza. Ama aynı korkunçluğun yaşandığı yüzlerce, binlercesi daha var.
Bu nedenle rasgele Havza’yı ele alalım. Sadece duvar kalıntıları, yıkıntılar, molozlar. İşte cami: Uzaktan, herhalde iyice yıkmak için zaman bulamadıklarındadır, birçok benzerine göre daha az zarar görmüş görünüyordu. İçinde birkaç yaralı, birkaç hasta korku dolu yüzleriyle paçavralar üstünde yatıyorlar. Pencerelerin ve mihrabın beyaz mermerden zarif heykelleri balyoz darbeleriyle kırılmış ve Bulgarlar süngü darbeleriyle dürtülenler kutsal eşyalara saldırmağa zorlananlar Türk esirleri, Türk yaralılarıydı. En büyük ahlâksızlığı görmek için minareye tırmanmak gerekiyor: Bulgarlar abdestlerini kubbenin üstüne yapmak için her gün buraya çıkıyorlardı ve kubbe tamamen kirlenmişti.
Çevresinde mezarlık var: bütün şahideler kırılmış, ölüler dışarı çıkarılmış ve parçalara ayrılmış kemiklerinin üstüne büyük abdestlerini yaparak eğlenmişler. İşte köyün kuyular; içlerinden berbat bir koku yayılıyor; içine askerler tarafından tecavüz edilmiş kadın ve çocuk cesetleri atılmış ve üstlerine suya batsınlar diye mezarlardan sökülen şahideler yığılmış.
Bin kadar nüfustan kırk kişi kadar katliamdan kurtulmuş. Birisi onlara adımı söyledi ve yıkıntıların arkasından hayaletler gibi çıkarak çevremde koşuşmağa başladılar. Zavallı ve yiğit insanlar ! Benim Hıristiyan denilen Avrupa’ya gerçeği haykırmaya çalıştığımı bu küçük köyde bile nasıl biliyorlar ? Ama evet, hepsi biliyor ve elimi sıkmağa geliyor. Ve bana çektikleri eziyeti anlatıyorlar. Biri şöyle diyor: “Artık ne karım var ne çocuğum, ne evim, ne sürüm. Ben neden ölmedim ?” Bir başkası, beli bükük bir ihtiyar: “Benim mutluluğum olan on yaşında bir kızım vardı. Dört Bulgar askeri ırzına geçmek için girdiler; onu korumak istediğim için yumruk darbeleriyle dörtte üçümü öldürdüler. Kendime geldiğimde kızım yoktu.” Küçük kızı nerede ? Şüphesiz, kırık mermerlerin altında çürümek üzere atılan diğerleriyle beraber kuyuda.
Bu sonsuz désolé yalnızlıkları kateden ana yol boyunca, sonu gelmeyen bir asker ve topçu bataryaları, arabalara bindirilmiş toplar, Kürt ya da bedevî süvarileri, yiyecek yüklü develer kervanı geçiyor. Her taraftan hattâ Asya’nın derinliklerinden cebrî yürüyüşle, ilk defasında mucizevî biçimde kurtulan Edirne’nin yardımına geliyorlar, ama Avrupa, her türlü insanî duygunun aksine, orada taş üstünde taş bırakmayacak ve orasını toplu mezara döndürecek olan kaba katliamcıları geri getirmemek için direniyor.
Edirne ! Akşam, uzun cenaze yürüyüşünden sonra, bir yeşil ağaç kemerinin üstünde, ufukta yeniden beliriyor. Minare ve kubbelerden tacıyla hâlâ muhteşem. Ama heyhat ! belki de günleri sayılı. Parke döşeli sokaklarında neşe, kâbusların en korkuncundan tahmin edilemeyen uyanışın neşesi var. Edirne’nin nasıl bir mucizeyle kurtulduğu biliniyor. Türkler’in geldiğini hisseden Bulgarlar, son katliam için her şeyi hazırlamışlardı. Silâhlı Ermeniler emirlere uyarak Yunanlar’ı katlederken, onlar Müslümanlar’ı katledeceklerdi. İş bölümü yapılmıştı. Ve Bulgar işgalinin son gecesi bilhassa korkunç oldu: Yunanlar’ın dörder dörder bağlanıp nehre atıldığı gece o gecedir. Boğulmaktan kurtulan yegâne kişi, sonraya bırakmak üzere kendime sakladıklarımı ayrıntılarıyla ve titreyerek anlattı.
O son gece öldürdüler, yağmaladılar, hemen her yerde ırza geçtiler. Binlerce örnekten biri: İçinde bir Türk subayının dul eşi ve iki kızının oturduğu bildiğim bir eve kilidi kırarak giren bir Bulgar askeri sürüsü sabaha kadar orada kaldılar ve komşuları bütün gece bu hayvanların üstlerine saldıran üç kadının ortalığı paralayan çığlıklarını duydular. Tan yeri ağarırken hareket edecek olan vagonları yağmalamakla da meşgul oldular. Ve ne içler acısı bir yağma, en fakir insanların mobilyalarına, yorganlarına varana kadar, kudurmuş ellerine geçen her şeyi yağmaladılar.
Ama Tanrıya şükürler olsun ! tan yeri ağardığında, henüz beklenmeyenler ortaya çıktılar. Bütün şehirde bir kurtuluş feryadı yayıldı: “Türkler, Türkler geliyor !” Onlara ertesi gün için bel bağlanmıştı. Ve Bulgarlar gelecek gece için de her şeyi kana bulamak için kendilerini güvende hissediyorlardı. Bu eğlence bozucular nasıl bir mucize ile yirmi dört saatte 80 kilometre kat etmişlerdi ? Nihayet oradaydılar. Edirne kendini bir süre için de olsa kurtulmuş hissediyordu. Müslümanlar, Yunanlar ve Yahudiler mutluluktan titriyorlar, mutluluktan ağlıyorlardı. Bulgarlar gitmeden son birkaç savaş esirini de kuyulara atacak vakti buldular. Sonra bozguna uğrayıp kaçarken, topuklarının dibine kadar yaklaşan, Büyük Fuat’ın oğlu, Reşit isimli bir Türk subayını yakalamak için geri döndüler. İki gözünü oydular, iki kolunu kestiler ve ortadan kayboldular. Ve bu onların en son cinayeti oldu, hiç olmazsa bu defa.
Ramazan’ın şerefine bayraklarla donatılmış, gece tamamen aydınlatılmış, bayram ederken gördüğüm zavallı Edirne ! Belki de son Ramazan’ı. Halkın sokaklardaki bu neşesinin arkasında bir gün önceki vahşetin anısı sürüyordu. Türk mahallelerinin her yerinde bana yağmacılar ya da şehvet düşkünleri tarafından yıkılmış camileri, kırılmış kapıları, pencereleri gösterdiler. Bana ıstırap adasını, dört beş bin Türk savaş esirinin açlıktan ölmeleri için yığıldığı nehirdeki adayı gezdirdiler. Orada aç kalanların insan boyu yüksekliğe kadar kabuklarını soyduğu beyaz ve çıplak ağaçları gördüm. Bu işkencenin on gün sonrasında Bulgarlar gelip inatla yaşamağa devam edenleri boğazladılar.
Eğer sadece Türkler’in tanıklıklarını dinleseydim, aşırılıkla suçlanmam tehlikesi doğardı. Ama en acı verenlerini bana Yunanlar ve Yahudiler anlattılar. Eski patriotluk sarayında ziyaret ettiğim Yunan metropoliti, kabaca kovduğu Bulgar generalinin kendisiyle nasıl konuştuğunu yazmamı isteyerek anlattı: “- Siz Türkler’i seviyor musunuz ? – Evet, çünkü dört yüzyıl boyunca bizim mutlu yaşamamıza imkân verdiler. – İyi, ben de sizi idam ettiririm. – Öyleyse beni hemen öldürün. – Hayır, biraz daha sonra, canım istediği zaman. – Çıkın.” Ve, yandaki bir salonda, yaverleri, oraya getirtilen bütün Yunan eşrafına aynı şekilde konuşuyordu. Ama Türkler’in fırtına gibi gelişleri onları kurtardı.
Valinin harap edilmiş konağında verdiği Ramazan yemeği olan iftarda Edirne’deki Müslüman ve diğer dinî cemaatlerin kardeşçe uyuşmaları hakkında hüküm verdim. Yahudilerin büyük hahamı generallerin ve her rütbeden subayın bulunduğu masaya sarıklı iki hoca arasında oturmuştu. Bir başka köşede Yunan metropoliti sol yanındaki komşusu Dervişlerin başıyla gülümseyerek sohbet ediyordu. Heyhat ! herkesi bir araya getiren bu kurtuluş neşesi üzerine ertesi günün ıstırabı çöküyordu. Avrupa, Avrupa, o ne yapacaktı ? Ne talep edecekti ? Gene de itimat ediliyordu, Fransız yüreklerine, İngiliz yüreklerine ve belki de her şeye rağmen Rus yüreklerine. Yemeğin sonunda müezzinin güzel sesi vali konağını doldurdu. Açık pencerelerden dolunayın parladığı ve Ramazan için periler gibi aydınlatılmış minarelerin sivri oklarının göğe yükselişleri görünüyordu.
Akşam duası saatiydi ve ben Vali ve yanındakilerle zaten binlerce insanın secde ettiği muhteşem Selimiye’ye gittim. Ve, o akşam hocalar kendilerinden geçercesine dua ettiler. Duru ve güzel sesleri, diz çökmüş müminlerden çıkan, bir yeraltı gürlemeleri gibi onlara eşlik eden sayısız hafif ve kalın ses, çınlayan kubbenin yukarılarına doğru yükseldi. Hiçbir zaman bir camide böylesine coşkulu dua, şükürle beraber rica ve korku duası duymamıştım. Heyhat ! birkaç gün içinde, eğer Avrupa Bulgarlar’ı buraya geri getirirse, bütün bu yalvaran insanlara, tekdüze ateşli ilâhileri söyleyen müminlerin doldurduğu camilere ne olacak ? Barbarların bir kez yaptıklarından ve bitirmeğe zaman bulamadıklarından sonra, kovuldukları için delice bir öfkeye döndüklerinde ne olacağı tahmin ediliyor.
Son derecede ciddî bir an… Ve ben gene de ümit ediyorum. Bu güzel dinî yapıları acımasız yıkıcılara, bilhassa bu halkı işkenceye ve korkunç ölüme teslim etmek sınıflandırılamayacak bir suçtur. Avrupa, en azından Hıristiyan ve Müslüman âlemi arasında bir nefret uçurumu açmamak için bu suçu işlemekte tereddüt edecektir.
Türkler’in Rus yüreklerinden bile ümitli olduklarını söylüyordum. Ne diyeyim, Ben de ümitliyim. Rusların doğru yoldan ayrıldıklarını, istismar edildiklerini ve bunu bilmediklerini sanıyorum. Bütün bu canavarca gerçeği öğrendiklerinde, bu küçük kurnaz ve vahşi halk ile dayanışma içinde olmanın, büyük Slav ailesinin yüzkarasıyla tarihlerinin pislikle lekelemek olduğunu anlayacaklardır.
Pierre Loti
Fransız Akademisi’nden
Kaynak: L’Illustration, 30 Ağustos 1913.
--
"Görmeden ölürsem millette ümit ettiğim feyzi, yazılsın seng-i kabrime vatan mahzun ben mahzun" Namık Kemâl
"Doğduğunuz zaman siz ağladınız, dünya güldü. Öyle bir hayat yaşayın ki, öldüğünüzde dünya ağlasın, siz gülün." Cherokee atasözü
İnsan vav şeklinde doğar, bir ara doğrulunca kendini elif sanır.