Zirveye yürüyen adam (Full sürüm)

Day 1,204, 01:32 Published in Turkey Turkey by tiryakihasanpasha
Bu öyküyü, hepsini;

Devrimcilere, devrilenlere, kahramanlara, kaçanlara, bankerlere, tanklara, askerlere, esnaflara, patronlara, fakirlere, çaylaklara, delilere, âşıklara…

Sevenlere, sevilenlere, sevilmeden sevenlere, sevmeden sevilenlere, hiç sevmeyenlere, hem sevip hem sevilmeyenlere, kara sevdalılara, körlere, kavuşamayanlara ve kavuşamayanları kavuşturmak için fedalar edenlere armağan ediyorum…
Varlığım e-republik varlığına armağan olsun. İyi oyunlar arkadaşlar.
________________________________________



Genç işçi Murat her zamanki gibi sabah saat tam 10:15 te çalıştığı demir ocağına geldi. Soyunma odasında işbaşı kıyafetlerini giydikten sonra yazıhanenin önünden kafasını kaldırmadan yürüdü, turnikeye geçti, ocağa girdi, kazmasını sırtladı, el arabasını sürerek tüneller içinde kayboldu.

Camekanla çevrilmiş yazıhanede ise yaşlı patron tek eliyle kitabını okumakta tek eliyle de kedisini sevmekteydi. Murat önünden geçtikten sonra kitabını indirdi ve arkasından bir müddet baktı. Kafasını yavaşça sallayarak yeniden kitabını okumaya ve kedisini sevmeye devam etti.

Kır sakallı yaşlı patron boğazlı gri bir kazak giyerdi. Arada bir piposunu keyifle içerdi.

Aradan bir iki saat geçti. Murat demir madeninden çıktı turnikeyi geçti, üstünü değişti. Parasını almak için yazıhaneye girdi.

"Patron çalıştım, bugünlük bitti" dedi. Ayaktaydı ve patronun yüzüne bakmıyordu. Murat 25-30 yaşlarında iri kıyım bir adamdı. Kot pantolon üstüne deri ceket giyerdi.

Patron ise istfini yavaşça bozarak;

"Ne kadar çıkardın bakalım?"

"230 kilo demir"

"Hımm, tamam şimdi git turnike giriş kaydını getir bakayım" dedi. Hala kitabını okuyordu. Beyaz kedisi ise kucağında uyumak üzereydi. Murat bir an duraksadı sonra gitti fişi aldı getirdi.

"Buyur patron"

"Hımmm bir bakalım" dedi. Kitabının kaldığı yeri ayırdı, koydu. Kediyi yavaşça yanındaki iskemleye bırakıverdi. Piposunu közünü tazeledi. Fişe baktı, kırışık yüz hatları biraz daha kırışmıştı.

"Evet Murat, 93 canla işe gelmişsin çok güzel" dedi ve fişi oraya bir yere yavaşça attı. Konuşmaya devam etti. "Ülkemizin buhranlarda bulunduğu ve aynı zamanda şirketimizin düşe kalka gittiği bu dönemde..." Murat tam bu sırada kafasını orta hızla doksan derece boşluğa, cama doğru çevirdi. "üfff" dedi.

"...işte böyle bir dönemde sevgili Murat sen hala 100 canla çalışmamaya devam ediyorsun."

"E, şey patron..."

"Bu sorunu bir türlü aşamadık. Yani bunda bu kadar zor olan şey nedir anlayamadım gitti. Food unu yiyeceksin. Canın 93 değil 100 olacak ve sonra lahnet olasıca işine geleceksin 230 yerine 250 demir çıkaracaksın. Sen de ben de mutlu olacağız ama olmuyor işte."

Murat kaşlarını kaldırdı birşeyler konuşacak gibi oldu, yapamadı. Patron devam etti.

"İlk başlarda hadi parası yoktur dedik. Bozamıyor grd ye dedik. Ekmek de verdim sana. İstedin verdim dimi?"

"evet patron çok sağol ama..."

Patron piposunu elinde sallayarak " Verdik ama sen bir türlü düzelemedin. Paran yok zannediyordum ama geçen monateride gördüm seni. Tonla goldu grd ye satıyodun? Benden zenginsin anlaşılan?" dedi.

Murat başını kaldıramadı. Önüne bakıyordu. Utanıyor gibi gözüküyordu ama utanmıyordu. O sadece ifade edemediği bir durum yüzünden sıkışıyordu.

Kasadan 20 tl çıkardı ve "Bundan sonra beraber çalışamayacağız Murat. Al bu bugünlük hakkın. Ve dilerim sevgili Murat; bir gün kendi işyerini açtığında beni anlar ve hak verirsin. Hayatta sana bol şans." diyerek siyah mührü önündeki defterde Murat'ın isminin üzerine bastı.

Murat parayı aldı. Tam kapıdan çıkarken arkasını döndü biraz daha ıkındı ve en sonunda konuşabildi.

"Hey patron"

"..."

" 93 canla çalışıyordum çünkü try yi grd ye değiştirmekten anlamıyordum. Kazıklanacağım zannediyordum. Grd em olmayınca ekmek alamıyordum. Biraz kıyamayıp altına çevirip ekmek de alabildim ama..."

"ama?"

"gold-try-grd derken borsayı iyice öğrendim. Baktım ki borsa işi daha karlı. Ve düşündüm ki bu kadar yardırmaya hiç gerek yok. Çalışmak da çalıştırmak da zahmetli. Ama orada ne yorulmak var ne vergi var. Hiç bir sıkıntı yok. Bundan sonra borsadayım, monaterideyim patron!"

Patron oturduğu yerden cevap verdi "Ter dökülmeden kazanılan paradan hayır gelmez evlat. Seni bir çarparlar ama çok fena çarparlar. Benden söylemesi"

Murat kafasını biraz daha kaldırdı. Burun delikleri gözüktü. Şimdi sanki bir geminin baş-bodosundaydı kolları gövdesine yapışık değildi artık.

"Hayır patron yanılıyorsun! Kazanacağım hem de çok kazanacağım patron. Artık işçi Murat yok, Murat Bey bey var! Sen bu fakirhanede belki günü kurtarabileceksin ama ben paranın babası olacağım patron!" dedi nefesini verdikten sonra devam etti "ne zaman borç istersen bir telefon aç yeter patron" dedi. Kapıyı çarpar gibi kapattı. Ve uzaklaştı.

Patron ise arkasından acı acı gülüyordu. Kalktı sobanın üstüne sabahtan kalan çayı koydu. Sonra
kitabına, kedisine ve piposuna kaldığı yerden devam etti.

* * * * *

“Gel vatandaş gel! Try ye gel” diye bağırıyordu Murat republik kale sokaklarında.

Sabahtan beri tezgahının başında beklemekten çok üşümüştü. Kıvrak bir şekilde uçan çaycıya seslendi.

“Çaycı getirsene bir çay”

“Buyur beyim”

“Kaç para?”

“1try”

“Hadi ya? O kadar düştü mü değeri?”

“Beyim sen bilmezsen ben mi bilecem?”

Şipşak bir hareketle tepsisine parayı aldıktan sonra yeniden kalabalık monatery sokaklarında süzülüverdi çaycı.

Bulunduğu ortama şöyle bir baktı Murat. Daracık sokağın baştan sona her iki duvarı karşılıklı olarak kendisi gibi simsarlarla doluydu. Hepsi rasgele bağırıp çağırıyordu. Sokak boyunca kımıl kımıl montlu-padesölü küskün bir kalabalık sürekli para, gold satın alıp duruyordu. Hava gerçekten soğuktu.

Kendi haline baktı. Küçük tahta tezgahının üstünde iki kağıt parçası vardı birisinin üzerinde kocaman kocaman 1gold= 105 TRY, diğerinde ise yine aynı kocamanlıkta 1 TRY= 0.01 GOLD yazıyordu. Ayrıca bir keçeli kalem ve birazda boş kağıt vardı. Cebinde de 10,3 gold vardı.

Mutlu sayılırdı. Sabahtan beridir gold-try değişimlerinden yaklaşık 1 gold kazanmıştı. Düşündüğünden de kolay oluyordu bu işler. Önce cebindeki hesap makinesiyle parayı 0.01 ile çarpıyor sonra da 105 ile çarpıyordu. Sonuç? Kardaydı.

Tek bir sorun şuydu ki;golddan paraya geçmek kolayken try den gold a geçmek çok zordu. Çünkü rekabetin yaratılacağı oranı girmek için yeterli basamak sayısına, yani dört basamağa izin vermiyordu kanunlar. Ya 0.010 ya da 0.011 demen gerekiyordu. 0.0105 deme şansın yoktu. Böyle olunca senle aynı oranı yazan yüz tane simsar çıkıyordu. Bazen parayı satmak 10 saat sürebiliyordu. Yorulup, pazarda beklemek istemeyen simsarlar “takasbanka” bırakıyordu paraları oran emirlerini vererek. Bazen Murat da öyle yapardı. Ama Murat bugün bırakmak istemiyordu. Hele şimdi biraz uzağındaki para babası o simsar varken!

İkaram denilen bu adam Yunan asıllıydı ve gerçekten de bir para babasıydı. Bazen cebinden tomarla para çıkartır pazarın tam anlamıyla kalbine vururdu. Bazen de 100 goldu bir anda piyasaya çıkartarak oranları ve teklifleri saatlerce bir noktaya mıhlardı. O istemedikçe fiyatlar onun belirlediği rakamdan oynmaazdı.

“Acaba yeni teklif sürdüğünde biraz alsam mı gold ondan?” diye düşündü. Sonra düşüncesinin saçma olduğunu fark etti ve “Salaklaşma lan! Bu adamın parası almakla biter mi?” diye mırıldandı.


“Ne hakkı vardı ki bu adamın burada bizim paramızı satmaya?” dedi. Citizenship’ine baktı adamın “central anatolia greece” olduğunu gördü citizenship inin. “Vay be adama bak hem gel ülkeme çöreklen, istila et. Sonra sömürdüklerini de pazarda kar payıyla sat. Yeniden sömür yani. Oh ne güzel anasını satayım” dedi içinden.

Sonra biraz düşündü ve yeniden kendini eleştirdi “Oğlum saçmalama lan? Para işinin milliyetçiliği mi olur? Kim parayı basarsa parsayı o götürür. Serbest piyasa ekonomisidir bu. Eğer milliyetçilik yapacaksan o kuytu madenden niye çıktın? Gücenme yavrum gücenme. Zamanla sen de zengin olursun onun gibi. Unutma sen artık ırgat murat değil, Murat Bey’sin”

Bir asker geldi tezgaha baktı. “Buyurun” dedi Murat. Adam sonra vazgeçti uzaklaştı. Böyle şeyler olurdu, alışmıştı Murat.

Ayakta beklerken düşüncelere dalmaya da alışmıştı Murat. “Çaycı bana ne demişti? Ben bilmesem kim bilir?” Gerçekten de akdenize yapılan Yunan saldırısında Yunanistan 7-1 öndeydi. Bu da demekti ki tek türk toprağı yeniden kaybedilecekti. O da demekti ki try yeniden değersizlenecekti. Ve ilerleyen saatler içerisinde de öyle olmuştu. Maç 1-1 ken Try 0.012 den maç 7-1 olduğunda 0.010 olarak değer kaybetmişti. Eğer tam tersi olsaydı yani Türkiye kazanacak olsaydı belki de değeri 0.013 kadar çıkardı.

Murat hissettiği bi şeyden dolayı acı çektiğini anladı. Try nin düşmesinden dolayı mutlu olmuştu. Mutlu olmuştu çünkü böylece daha çok try alabilecekti. Ellerini ovuşturdu ama içinden bir ses yine “Oğlum sana ne oldu böyle” diyordu. Murat en sonunda “amaaan ne olduysa oldu işime bakarım” diyerek noktayı koydu.

Pazarda ağızdan ağza dolaşıyordu Türkiye’nin 7-1 geride olduğu. Panik/ sevinç dalga dalga yayılıyordu. “Savaşın son 10 dakkası olmalı” dedi saatine bakarak Murat.

Birkaç asker aceleyle republikkale monaterisine girdiler. Türk asıllılardı try arıyorlardı. Bir tanesinin üstü başı kan içindeydi. Belli ki silah ekmek felan alacaklardı.

Murat karşı çaprazdaki İkaram’a baktı. İlk bakışta adamın etli gıdığı, kocaman göbeği dikkatini çekiyordu Murat’ın. Bir de o pis kahkahası… Karga gibi burnu vardı. Çirkin bir adamdı. “Yanındakilerle acaba neye gülüyordu? Neye olacak tabii ki Türkiye’nin yenilmesine? Yok be? Oğlum para babası adam siyasete ne çok sevinir, ne çok üzülür” diye düşündü.

Derken pazara koşa koşa bir çocuk girdi. Elinde gazeteyle kafası kasket şapkalı çocuk bağırıyordu;

“Yazıyooor, yazıyooor. Türkiye yenildi. Akdenizi kaybetti. Yazıyooooor!”

Bütün pazar bir anda ayaklandı.


* * * * * * *

Gazeteci çocuğun telaşla pazara girişi orada bulunan herkesi önce bir anlık bir sessizliğe ardından canhıraş bir uğraşa sevk etti.

Tüm simsarlar kaleme kağıda sarılmış fiyatlarını yeniden düzenliyorlardı. Murat da bir anlık afallamadan sonra keçeli kalemle kağıda davrandı ama yazmadan önce bekliyordu. Kafasını kaldırıp pazarı kontrol ediyor, ne yazacağını hesaplıyordu.

Karşı çaprazdaki Yunan simsar ilk bağıran oldu.

"Gelin efendiler gelin, 130 try ye 1 altin!" bozuk diksiyonu kulağı rahatsız edecek cinstendi. Tezgâhına 50 gold koymuştu. O sırada başka bir simsar bağırdı;

"Gel vatandaş gel, 129 try ye 1 Altın!"

Murat sıkıntılı bir şekilde düşünüyordu “Ulan keşke paranın çoğunu gold yapsaymışım. Allahtan azıcık gold tutmuşum elimde. Yoksa şimdi halim nice olurdu? Şimdi elimde kalan 1000 try yi neremi yırtsam 10 golda satamam”

Sonra kağıda oranları yazdı. Azıcık altının yarısını tezgâha koydu ve o da bağırdı;

“Gel vatandaş 128 try verene 1 altın!”

Bir yandan da düşünmeden edemiyordu “ulan try yi ne yapacam bu saatten sonra? Oğlum sakla dursun bir kenarda, bu devran böyle gitmez elbet. İllaki ülke ilerde yeninde kazanılır. O zaman voleyi yeniden vurursun!”

Birisi geldi, para verip 2 goldunu aldı. “Ulan bugün işe de hiç uğramadık iyi mi. Aman salla ihtiyacım mı var. Zaten verdiği 8 grd… E adam da haklı. 50 canla çalışırsam ne verecekti ki?”

Aklına eski patronu yaşlı Mahir usta geldi. “Ulan patron, biraz sıkı adamdın ama yine bizdendin sonuçta. Elin Yunanı hiç konuşmadan direkt kesiyo yevmiyeyi. Gerçi şimdi bilsen yeni patrona hiç eyvallahım yok. Zevkine gidiyorum çalışmaya. Fırına ekmek sürüyorum sonra grdyi alıp keyfime bakıyorum” diye düşündü gülümseyerek.

Sonra biraz kızdı. “Ya ben ne çekmişim o yeraltında! Akşama kadar vur kazmayı, vur kazmayı. Belim kopuyordu her gün… Acaba ne yapıyodur şimdi benim eski patron. Ne yapacak? Kepenki kapatmıştır heralde. Benden başka çalışanı mı vardı doğru dürüst? Zaten kendisi ömür boyu emekle, terle çalışmış da eline ne geçmiş o köhne madenden başka? Hiç işte. Neyse kurtuldum artık. Allah’ın izniyle birkaç ay içinde bu borsa benden sorulacak. Tabi önce karşıdaki kodamanın icabına bakmak lazım”

O sırada simsar İkaram yanındaki birkaç arkadaşıyla keyifli bir dedikoduya başlamıştı. Çok zengin olduğu için gelen misafirlerine, arkadaşlarına çay değil kahve ısmarlıyordu. Murat, onlara bakarken karnının guruldadığını duydu. “Şu üç beş grdyle ben de gidip bir şeyler yesem iyi olacak” dedi.

Monateri sokak ya da resmi adıyla republikkale; HOME meydanına açılan sokaklardan sadece bir tanesiydi. Food sokak, grain sokak, bilet sokak gibi diğer sokaklar da değişik istikametlerden HOME meydanına açılırlardı. Bir sokaktan diğerine geçmek için illa ki meydandan da geçmek zorundaydı insanlar. Meydanın arka tarafında ise geniş bir düzlükte silah pazarı bulunurdu. Akşama kadar tank paleti ve ara ara tabanca-tüfek gürültüleri hiç eksik olmazdı oradan.

Murat goldlarını aldı. Tezgahı toplayıp bir kenara koydu. Tezgahını açtığı yer tam sokağın meydana açılan yerindeydi. Gideceği yer ise yine food sokağın girişinde olduğundan fazla mesafe yürümeyecekti.

Fakat bugün meydanda bir tuhaflık dikkatini çekti. Meydanın tam ortasına büyük tahta bir platform koyulmuştu. Uzaktan tam seçemiyordu ama birkaç işçinin platformun üzerinde üç ayaklı tahta çatalı yerleştirmeye çalıştığını gördü. “Aman, darağacı olacak hali yok ya?” dedi kendi kendine. Yürümeye devam etti.

Murat’ın her öğlen yemek için takıldığı yer sabitti. Bakkal amca dedikleri bir yerdi burası. Dükkanı adı gibi yaşlı bir bakkal amca işletirdi. Adam hem bakkalık yapar, hem de ekmek arası salam hazırlar-satardı. Murat dükkandan içeri girdi.

“Selamın aleyküm amca”

“Ooo de aleyküm selam, hoş geldin yiğidim”

“Amca yap bana her zamankinden, yanına da ee yanına da kayısı suyu var mı kayısı?”

“Var var olmaz mı!”

“Sen o zaman koy yanına da bir kayısı suyu. Her gün vişne içmekten midem ekşidi.”

“Derhal efendim derhal” dedi yaşlı bakkal ve dolaptan salam çıkarıp dilimlemeye başladı. Murat da geçti bir tabureye oturdu.

Murat, adamı işini yaparken dikkatlice izliyordu. Bu bakkal tuhaf bir adamdı. Her iki yana doğru upuzun pala bıyıkları vardı. Bir iş yaparken de sürekli sırıtırdı. Hep mavi bakkal önlüğünü giyerdi. Dünyayı takmadığı her halinden belliydi. Ama işte esmer ve katmerleşmiş çehresini yine o gülüşü güzelleştirirdi.

“Eveeet, yemeğiniz hazır afiyet olsun efendim” diyerek salam ekmeği ve kayısıyı Murat’ın önündeki tahta kasanın üstüne koydu, yeniden tezgahın arkasına geçti. Muhabbete başladı;

“Eee evlat ne var ne yok borsada?”

Murat hem yemeğini tıkınıyor hem de cevap yetiştiriyordu. “Valla ne olsun amca… Bizimkiler yenildiler yine… He… Try çok pis düştü, altın fırladı gitti… Benim işler iyi ama çok şükür…”

“Bu sıpalardan bir halt olmayacak zaten” dedi bakkal gülerek. Gırgırı şamatayı severdi bu adam. Bıraksan sabaha kadar geyik muhabbeti yapabilecek bir yetenekteydi.

“Kaç oldu altın try?”

“125-130 civarında… tersi de -gerçi alan yok ama- 0.009 felan”

“Hey gidi hey, vakti zamanında 1 gold-45 try idi.” Murat meyve suyundan bir fırt çektikten sonra;

“Ohaaa!” dedi.

“Eee evlat, bizim zamanımızda her şey güllük gülistanlıktı. Sen şimdi bakma halime, ben o zamanlar devlet kademesindeydim. Her şey kolaydı, nüfus bu kadar kalabalık değildi, e yönetmek de kolaydı. Hesap soran yoktu fazla. Ama iyi yönetirdik evelallah!

Murat gülerken lokması boğazına takılır gibi oldu.

“Amca sen de yönettiysen hiç şüphe duymamak lazım zaten. Baksana şu bıyıklara maşallah!”

Bakkal bıyıklarını şöyle bir düzelttikten sonra;

“Eeee o bizim şanımızdır evlat. Belediyeciler geldi geçen gün. ‘Kes onu!’ dediler ‘gıda- sağlık açısından uygun değil’ dediler. Basın gidin len dedim bunlara. Vay sen bizle nasıl böyle konuşursun. Konuşurum da döverim de dedim. Haydar’ı bir kapmışım ki bunlar bi topukladı tükkandan he he heeey. Rüşvetçi p….kler”

“Yürü be amca kim tutar seni! Yaşlı kurtsun sen!”

Bakkal bu sözler üzerine iyice keyiflendi. Kasketini tezgahın üzerine bıraktı. Kafasını sallayarak sessiz ama mesut bir şekilde güldü biraz. “Haydar” dediği de uzun bir kızılcık sopasıydı. Hep tezgâh altında tutardı. Murat yemeğini bitirmişti. Ağzını sildi.

“Ne kadardı amca borcumuz?”

“ 2Grd atarsan yeter evlat”

“Buyur, valla amca bi zam yapmayan sensin.”

“Afiyet olsun evlat. Bende fiyatlar böyle şimdilik. Ne demişler? Yemeği buldun mu giriş, dayağı gördün mü sıvış”

“Ya ne komik adamsın, sevdim seni be bakkal amca!”

Tam o sırada dükkanın önünden cılız, kaşkollu bir adam bağıra bağıra koşarak food sokağına giriverdi.

“Başkanı meydanda idam edecekler! Genç devrimciler başkan Ali Karayel’i asacaklar. Duyduk duymadık demeyin beyler! Başkanı asacaklar!”

Murat’la bakkal birbirlerine bakıştılar bir müddet. Sonra bakkal;

“Hey heyy… Olacağı buydu. Haydin cenaze namazına” diye gülerek elini salladı.

“Allah, Allah! Dur ben de bir bakayım” diyerek dükkandan çıktı Murat.

Dükkandan çıktı, meydana baktı. Halk platformun önünde usul usul ama kum gibi toplanmaya başlamıştı.

Adamlar ise platformun üstünde darağacının urganını yağlıyor olmalıydılar. Başka bir şeyler daha oluyordu. Bulunduğu yerden hiç bir şey net görünmediği için Murat da oraya doğru hızlı adımlarla yürüdü.

* * * * * *


HOME meydanı belki tarihinde böyle bir kalabalık görmemişti. Murat, darağacını ivedilikle hazırlamakla meşgul adamları izliyordu. Adamlardan bir tanesi yağladıkları ilmiğe eliyle asılıyor, sağlamlığından emin olmak istiyordu. Bir diğeri ise arkadaşına eliyle birkaç noktayı işaret ederek bir son dakika kazasını bertaraf etmeye çalışıyordu.

Platform karşısında bir yığına dönüşmüş halk; meraklı ve kısmen agresifti. Ortamda tek duyulan ses; kalın ve geniş temelli, tek parça uzun bir homurdanmaydı. Saflar sıklaşıyordu. Murat, kendisinin platforma en fazla on beş- yirmi metre mesafede olduğunu gördü. Döndü arkasına baktı, meydanın sonunu ve sokakları artık göremiyordu. “En az elli metre boyunca insan dolu olmalı” diye düşündü.

Murat sağındaki adama baktı, fotör şapkalı, uzun boylu, genç, gri pardösülü bir adamdı. Kalender ve olgun bir tipe benziyordu.

Ön taraflardan kısa bir tezahürat ve yer yer alkış koptu. Murat uzun boylu olduğu için zorlanmadan nedenini hemen anladı. Cellât platforma çıkmıştı…

Kafasına; gözleri delikli, turuncu bir bez torba geçirmiş cellât platforma yumruklarını göklere kaldırarak çıkınca bu sefer kalabalığın her tarafından tezahüratlar ve ıslıklar duyulur oldu.

“Helallll, bitir işini!”

“Hiç acıma, vur tekmeyi!”

Cellâdın üstünde gömlek filan yoktu. Bodos ve iğrenç kaslı gövdesi ayan beyan ortadaydı. Çaprazlamasına kalın deri kemerden askıları olan bir askılı kot pantolon giymişti. Çapraz kemerler de tam kıllı ve şiş göbeğinin biraz üzerinde birleşiyor, birleştiği yerde de bir karış büyüklüğünde tencere kapağına benzer bir şey bulunuyordu. Hiç üşüyor gibi gözükmüyordu.

Tüm meydanı tekrar ellerini havaya kaldırarak sağdan sola selamladı. Tam o sırada Murat’ın solunda sahneyi parmakları üstünde yükselerek izlemeye çalışan Osmanlı tipi bir adam cellâdın duyamayacağı bir şiddetle bağırdı.

“Vay hayvan vay!”

Cellât halkı selamladıktan sonra son olarak iskemleyi ayarlayan üç kafadar elemana döndü. Elemanlar cellâdı görünce hızla platformun diğer köşesine çekildiler. Kalabalıkta gülüşmeler oldu.

Cellât tam darağacının yanında yerini aldı. Kolları gövdesinden aralık, elleri yumruk bir hale geldi. Ve öylece put gibi kaldı. Murat nedeni bilinmez bir şekilde huzursuzluk hissetti bundan.

Ön sıralardan adamın biri platform merdivenini parmağıyla göstererek bağırdı.

“Evet, işte geliyor bakın, orada!”

Önünde gövdesi kadar bir kartona HÜKÜM ÖZETİ yazılmış, tertemiz kefenli, kafası üçe traş edilmiş, her iki yanında tüfekli iki asker bulunan bu orta yaşlı adam; eTürkiye’nin görevini yeni bırakmış eski başkanı Ali KARAYEL’di.
Askerlerle beraber ağır adımlarla platformun ortasına, darağacına doğru yürüdü. Askerler bu noktada durdular. Arkalarından bir Teğmen platforma çıktı. Elinde bir ferman vardı. Onların önüne geldi.

“Yuuuuh, hainnnn!”

Bilinmeyen bir noktadan duyulan bu sesle beraber, tüm kalabalık zincirleme ve daha sonra karmaşık ve erken infaz edici bir hamleyle yuhalamaya başladı. Uğultular; kalabalığın içindeki bir nokta olan Murat’ı bile idamlık başkandan daha çok ele geçirmişti.

“Şerefsüüüüz! Alçaaaak”

“Bizi Yunan’a esir ettüüüüün!”

Artık tüm sesler birbirine karışmıştı. Hiçbir şey anlaşılmıyordu. Ali KARAYEL ise gözleri tüm çehresiyle beraber kısılmış, taş olmuştu. Sanki bir idama değil, bir meydan okumaya gelmişti oraya. Ve dünyadan artık hiçbir menfaat istemeyen o çukur gözleriyle baştan sona taradı yuhalamayı kesmeyen tüm kalabalığı. Murat zannediyordu ki o kalabalıkta birisini arıyordu gözleri. Hâlbuki o, meydanı gözleriyle okuyarak, meydana meydan okuyordu.

Teğmen tek elini havaya kaldırınca, güruh kademeli olarak sustu. Subay traşlı, muntazam üniformalı teğmen iki eliyle HÜKÜM ÖZETİ’NİN aynısı olabilecek elindeki fermanı yüksek sesle okumaya başladı.

“…Önderimiz Sultan Süleyman’ın adıyla;

Düşmanla gizli anlaşmalar yapmak, halkı yanıltmak, hile yapmak, e-Türkiye’nin onurunu ayaklar altına almak ve tüm bunlar doğrultusunda ülkenin tümden düşman işgaline uğramasına sebebiyet vermek suçlarından;

Halkımızın desteğindeki devrimci cephemizin ve temsilciler meclisimizin de onayıyla, e-TÜRK HALKI ADINA yüksek mahkememizce eski e-Türkiye başkanı Ali KARAYEL’in cezasının asılarak idamla infaz edilmesine hüküm verilmiştir!

İş bu hüküm, tüm e-Türkiye halkına duyurulur!”

Teğmen fermanı kapattı. İki asker başkanı darağacındaki iskemleye çıkardılar. Geri çekildiler. Cellât yağlı ilmiği başkanın boynuna geçirdi. Torbadan gelen cellâdın burun tıslamasını binlerce sinirli nefes gibi duyuyordu başkan.

Başkan boynunu eğerek hemen ona yardımcı oldu. Ve sonra yeniden ileriye, meydanın sonuna bir yere gözlerini sabitledi.

Teğmen konuştu;

“Son bir diyeceğin var mı?”

Başkan son bir defa gözlerini üzerine dikmiş ve susmuş mahşer-i beşere kılıçtan da sert bir şekilde baktı ve son cümleleri ağzından döküldü;

“ Hile yaptın diyorlar. Hile olup olmadığına Allah huzurunda karar verilecek. Ama ben ne yaptımsa vatanım için yaptım. Hukukun içinde doğdum ve yine hukukla ölmek isterdim. Ama artık hukuk yok, sadece kanunlar var! Kanunları var! Yandaş hakimler var artık… Ben millet kaosa sürüklenmesin diye anlaşmaları kısmen sakladım. Birkaç bölge kazanacaktık. Bu yaygara devrimi yaptılar, yolumuza taş koydular. Başarısızlık omuzlarıma kaldı. Ve ben şahsiyetime yapılan saldırıları hiç umursamadım vatanım söz konusuyken. Hiç umursamayacağım da. Bu dediğimi de unutmayın; MAHŞER BURDAN DAHA KALABALIK OLACAK.”

Teğmen kolunu havaya kaldırdı. Cellât sol ayağına yüklenerek pozisyon aldı.

“…Keşke MİDYECİler gibi olsaydım. Hiç bir şeyi kafaya takmasaydım. Yenilince kaçsaydım. Gazetelere karı resmi koyarak MM olsaydım. Ama kendime yakıştıramadım...”

Teğmen kolunu indirince, cellât kalın baldırlı sağ bacağıyla iskemleye şiddetli bir tekme koydu. Ancak iskemle başkanın ayağından kurtulamadı. Cellât bir daha tekmeyi koyunca iskemle parçalanarak fırladı gitti…

Başkan ilmeğe tutunan boynuyla sallanmaya başladı. Tüm kalabalık gittikçe kapanan ve kararan gözünde ileri geri sallanıyor, bir karınca deryasına dönüşüyordu. Gırtlağının bastırarak yüklendiği gözü tamamen kapanmadan önce siyah pelerinli, yüzü görünmeyen eli tırpanlı bir şeyin ona doğru uçarak yaklaştığını gördü. Bu, bu dünyada gördüğü son şeydi.

On saniyelik bir sessizlikten sonra kalabalık, yine kaynağı bilinmez zincirleme bir şekilde tezahüratlarla, ıslıklarla, alkışlarla ve yuhalamalarla koskoca ama talihsiz HOME meydanına hayatında görmediği bir acı veriyordu.

Esarette bile olsa; suçlu olarak hükmedilen bir insanın giden o canı, bu şifa arayan kalabalığa tam bin can veriyordu…


* * * * * *

Teğmen komut verdi, gürültüden bir şey duyamadı Murat. Askerler ve teğmen nizami bir şekilde platformu terk ettiler. Cellât da peşlerinden gitti. Üç eleman kenarda çömelmiş, aşağıdaki imamla bir şeyler konuşuyorlardı.

Kalabalık çözülmeye başlamıştı. Halk arkasını dönmüş, işine gücüne dönme telaşındaydı. Kimi de belki olayı görmeyenlere, duymayanlara anlatma telaşı içindeydi. Şimdi yerinde sabit kalakalmış Murat, kendisini geçen kalabalığın yüzünü istediği kadar görebiliyordu. Sağındaki pardösülü, takriben 27-28 levelli adam darağacına bakmayı kesmeden konuşmaya başladı.

“Adam haklıydı… Biraz”

Kendisi de aynı yere bakan Murat, tanışıklığı olmadığı bu yabancıyla diyaloga girdi.

“Neden?”

“Ben eski akıncılardanım. Tarihin nerdeyse tamamını olduğu gibi biliyorum. Bu ülke daha kötülerini de gördü.”

“Adaletsizlik mi diyorsun?”

“Genel anlamda, hayır. Ancak önceden olmayan adalet şimdi Hızır gibi yetişir oldu. Bu ceza da ağırdı ayrıca. Müebbet vermek konusunda da; sorunları çözmede iyi bir adım olmayacak diye düşünmüş olmalılar.”

“…” Murat ilk defa birisinin idam edildiğini görmüştü.

“Adalet hep aranılıp da bulunamayan şey olmaya devam edecek. Hıh, pazara koysalar kaç para eder acaba bu adalet dedikleri?”

Murat kafasını çevirdi adama baktı. Gerçekten ilk defa karşılaşmıştı adamla. Adam ellerini pardösüsünün ceplerine koydu ve;

“İyi günler” diyerek kalabalığa karıştı.

Meydanda insan sayısı azalmıştı. İdam yerinin yakınlarında bir çöpçü yerleri süpürüyor, az ötede birkaç hayta genç birbirleriyle şakalaşıyorlardı. Platform görevlileriyle imamın konuşmaları net duyulabiliyordu artık.

“Şimdi imam efendi yak bi cigara…”

“Kullanmam evladım”

“Tamam o zaman naaş burada 2 saat teşhir edilecek, kurallar böyle. İkindiye yetişirtiriz merak etme. Sonra bizim Hımbıl ve Dımbıl la beraber şu tabuta koyacaz. Ondan sonra camiye naş naş okey? Gerisini sen yönlendirirsin artık. Biz tabutu taşırız. Musti de gelir birazdan. Lan bak Hımbıl kaytarim deme yine, canını fena yakarım. İmam efendi sen de bu arada işin varsa halledersin”

“Şefim, ayıp ettin. Yamuk yapar mıyım sana? İmam efendi yak bi cigara”

“Kullanmıyorum dedim ya oğlum, tövbestağfurullah!”

“Neyse aslında şu iskemle meselesini müdüre…”

Murat daha fazla dinlemedi. Sol açığa baktı gayri ihtiyari… Bir kadın gözüne çarptı.

Kadın genç yaşlardaydı. Elbisesi, paçalarına kadar olan şalvarı maviydi. Başında yarı açık bir türban, sırtında ince pembe bir hırka vardı. Çizgili peştemalı yarı yarıya çözülmüştü. Elleri böğründe, sallanan beyazlar içindeki adama, donmuş kırmızı gözlerini dikerek yaklaşıyordu zincirli adımlarla.

Kimse onu fark etmemişti. Platformun önüne geldi, başını hala oraya sabitlemiş, ellerini göğsünden ayırmayarak usulca sallanmaya başladı. Ellerini o cansız bedene doğru uzattı. İki eli boşlukta yetişemiyordu ona. Kadın ellerini bozmayarak merdivene doğru gitti. Hafiften kar serpiştirmeye başlamıştı.

Murat’ın yanına kulağında walkman ile arkadaşıyla bir genç yaklaştı. Rafet el Romandan Sorma Neden çalıyordu. İki genç orada fısıltıyla muhabbete başladılar. Piyano ise Murat’a tek tek vurmaya başlamıştı bile.

Kadın, kefenin eteklerine yapışmış, inliyordu. İnliyordu da yanındaki elemanlar onu fark etmemişti bile. Elleriyle onun bacaklarını okşuyor, gözyaşlarıyla karışan aksak kelimeleri soğuğu yakan bir sıcaklıkla kefeni ve taze ölü eti ıslatıyordu. Ceset; o elleriyle bacakları kavradıkça sallanıyor, ilmikle bükülmüş baş, kapalı gözlerle kadını izliyordu. Kadın başını sürtükçe beyaz başörtüsü biraz daha açılıyor, sarı saçları sessiz çığlıklarla karmakarışık kurtuluyordu...
Ve işte o an Rafet yakardı, gizlesen hiç fayda etmez…

Murat eliyle göğsünü tutarak sendeledi. Oradaki adamlar da kadını fark edip yanına koştular. Gözleri sahneyi bulanık görüyordu Murat’ın. Bir damla kendini zor tutuyordu.


Gençler Murat’ın koluna girdiler.

“Hacı iyi misin? Var mı bir şeyin?”

“Hastaneye gidelim mi?”

“Yok yok” Murat ayağı kalktı toparlandı. Tek parmağıyla hemen gözünün kenarına dokundu.

“Bırakalım gideceğin yere?”

“Yok tamam teşekkür ederim, iyiyim, biraz başım döner gibi oldu, iyiyim, sağolun”

Murat sadece önüne bakarak yürümeye başladı. Sokaktan geçti ancak kimseyi duymadı. Direkt eve gitmek istiyordu. Ama yol uzadıkça uzuyor, sanki hiç bitmiyordu. Arada bir yürüyen ayaklarına da bakıyordu. Ne sıklıkta yapıyordu? Bilmiyordu.

Evin kapısını açtı. Sonra kapattı. Yatağa kendini attı. Oracıkta uyumuştu.


* * * * *

Telefon çaldı. Cevaplayacak gibi oldu, bıraktı. Odanın duvarında gün battı, soğukluk bedenine ilişince battaniyeye sarıldı.

Sersem sersem karanlıkta küçük tuvaletini yaptı. Yatağın yanındaki peynirli büsküviden ağzına attı. Yarım su dolu bardağı içti. Yeniden uyudu. Uyumak her şeye ilaçtı.

Odanın duvarına gün doğunca, gerilerek uyandı Murat. Karnı açtı. Dağınık odasını izledi, o halini seviyordu.

Kalan bisküvileri de ağzına attıktan sonra evden çıktı. Kapının önünde ayakkabılarını giyerken karşı evde oturan hayattaki tek arkadaşı bağırdı.

“Murat oğlum sen nerelerdesin lan?”

“Hooo!” diye seslendi Murat da.

Bağıran Ufuk’tu. O da evden çıkıyordu o sabah. Murat çekeceği kapının önüne attıktan sonra, iki adam sokağın ortasında karşılaştılar.

Kafa tokuşturduktan sonra Ufuk;

“Oğlum sen banker oldun bizi unuttun lan?”

“Yok ya her zamanki halim.”

“Cepten arıyorum 36 saatir ulaşılamıyosun, ee napıyosun bugün? İşe mi?”

“Galiba işe. Biraz çalışayım.”

“İyi ben de çarşıya doğru gidiyom, beraber yürürüz.”

Murat ile Ufuk daha önceden Mahir ustanın madeninde beraber çalışmışlardı. Ufuk biraz da gevezelik sebebiyle orada tutunamamış, Murat’tan çok daha evvel oradan ayrılmıştı.

“Oğlum geçen gün eski başkanı astılar la meydanda, sen de izledin mi?”

“Oradaydım, vahim bir tabloydu tabii”

“Baba, ben dedim kesin adam kazık çaktı dünyaya bırakmayacak ayağındakini, o piskopatı da tanıyom zaten, bizim tükkanda bir- iki gün çalışmıştı adı Ayı Herif miydi neydi…”

“…”

“Valla ben kendimi koydum adamın yerine, altıma işerdim lan” dedi ve bir kahkaha patlattı Ufuk. “Bak şimdi bile heyecanlandım.”

Yemek şirketlerine giden yol silah pazarı düzlüğünün yakınından geçiyordu. Pazara gitmeden önceki son sokak dönemecine geldiklerinde bir dilenciye rastgeldiler. Üzerine kirli bir çaput giymiş, kuru yüzlü dilenci onlar yaklaşınca inlemeye başladı.

“Allah rızası için bi dilim q1 ekmek”

Murat hızını biraz kesti eğilerek dilencinin önüne 1 grd attı.

“Allah razı olsun abi, Allah sevdiğine kavuştursun. Allah tuttuğunu Gold etsin. Allah ne muradın varsa versin. Allah…”

“Ooov banker Muradım, yakışır mı sana 1 lira. Sen atacaksın 5 lira.”

“Ufuk valla bak bazen başımı çok ağrıtıyosun”

“Abi sende bir tuhaflık var bu sabah? Sesin, rengin bir tuhaf? Bir susukunsun, bir küskünsün. Bir durum mu var?”

“Ya bilmiyorum, galiba geçen gün çok yoruldum, bir de çok uyudum üstüne ondandır, kırgınlık var biraz.”

“Hadi ya pazarda bir salep içeriz açılırsın.”

Pazara geldiler. Sağlarından sollarından tanklar geçiyor gürültüden kimse kimseyle doğru dürüst konuşamıyordu. Beş metre olmuyordu ki bir simsar müşterisine göstermek için havaya tüfekle bir iki sıkmasın. Buna rağmen pazar, normal zamanlara göre tenhaydı. Murat bağırdı yanındaki Ufuk’a.

“Ya pazar tenha sayılır, bölge almadık mı? Anlaşmalar olmadı mı Yunan’la?”

“Oğlum senin dünyadan haberin yok anlaşılan, ne anlaşması? Dün hükümet beş kere devrildi. Sultan Süleyman bıraktı. Yerine başka biri çıktı. Onun da paçasından çektiler, düştü. Başka biri atladı Temsilciler’ den, onu da “kel” diye beğenmediler…”

Murat’ın bir anda hafiften de olsa neşesi yerine geldi. Elinde olmadan sırıtıverdi. Ufuk bu durumu görünce daha bir iştahla, güle güle anlatmaya başladı. Tam o an Murat, Home Meydanının zirvesindeki Yunan bayrağını yeniden görse de gülümsemeye devam etti.

“… valla bak, Hükümet binasının önünde bir kavga bir gürültü. Silahını kapan havaya takır takır sıkıyo. Bir kavga bir dövüş, küfürler havada uçuşuyo ana avrat. Yunan Jandarması geldi olay yerine, bak bak şimdi, onlar da anlamadı, adamlar da şaşırdı ‘ya kardeşim ne belalı insanlar mışınız siz, sizi himaye etmek de bir dert, Tanrı kahretsin’ dedi.”

“Ohaa beee! Rezilliğe bak” dedi Murat gülerek.

“Ya sorma ne şamata ne şamata! He, sonra Yunan’lılar bir iki tanesini jipe atıp götürdüler. Sonra bir tane Doktor çıktı ben talibim başkanlığa dedi. Gerisini izlemedim. ”

Satıcıdan salep aldılar. İçleri ısınmıştı. Murat parmağıyla pazarın bir noktasındaki kalabalığı gösterdi arkadaşına.

“Bak o tankın yanında bir şeyler oluyo, önemli bir satış var galiba!”

“Atış mı?”

“Satış diyorum satış.”

“He tamam gidelim bakalım, zaten burası çok gürültülü.”

Küçük bir kalabalık, bir tankın etrafında, tankın alt kısmı görünmeyecek kadar etrafında daire oluşturmuştu. İki arkadaş arka taraflardan birkaç sıra izleyiciyi yara yara çemberin en önüne geldiler. Tankın önünde ise, satıcısı hararetli bir şekilde karşısındaki muhatabı asker- müşteriyle sıkı bir pazarlık yapıyordu. Pazarın bu kısmı tenha olduğu için her şey rahat duyuluyor, millet de merakla konuşulanları dinliyordu.

Satıcı;

“Eeee Matrak abi, sana son fiyatı söyledim işte. Bak sen tanıdığımız, bildiğimiz savaş kahramanlarından birisisin. 200 den 100 e indirdim. Eski kazotratlık hatırına.”

“Bak şimdi arkadaşım. Mapustaki adamın malını icradan ucuza düşürmüşsün, gelmişsin. Burada voleyi vurmaya çalışıyosun. Bak Altınkol içerden çıksın senin bu yaptığını öğrenirse çok kötü olur. Seni alır şu namluya koyar. Tamam mı. Soluğu Brezilyada alırsın. Hah. Biz bu tankın şaşasında değiliz. Yoksa iki kere kullanılmış tank ona bakacak olursan. Paletler göçmüş felan, sorun o değil. Adam benden rica etti. Manevi hatırası varmış onun için. Sevdiği bir tank yani. Bak şurda hepimiz başka başka siyasi görüşteniz ama onu hepimiz severiz.”

“Ama efendim, paletler…” demeye kalmadan satıcı, Matrak’ın hemen sağ arkasındaki Heman söze karıştı.

“Lan bak hala laga luga yapıyo. Al şu 50 grdyi bas git. Adamın asabını bozma.”

Satıcı tırstı. Kekelemeye başladı. Kolay değil, yüksek levelli birden çok askeri karşısına almıştı şu an.

Murat Ufuk’a dönüp fısıldadı.

“Noluyor lan? Altınkol niye mapusta?”

“Ya sorma, senin hükümetin başsız olursa ne olur? En iyi tankçını paketlerler böyle. İnterrep-pol den yabancı polisler geldi geçen, aldı götürdü. Kırmızı-Bültenle aranıyor dediler, makaradan bir yafta vurdular götürdüler. Bir daha gören olmadı”

“Hadi ya”

Satıcı karşısındaki tankçı komutanlar karşısında en sonunda pes etmiş 50 Grd ye tankı vermeye razı olmuştu. Satıcının eli kolu bir türlü rahat durmuyordu hala.

Kalabalık da bu olayı alkışlayarak dağıldı. Komutan Matrak emir erine bir işaret yaptı. Er tanka bindi sürerek uzaklaştırdı pazardan.

Murat la Ufuk da yeniden yürümeye başladılar.

“E napıyon hacı şimdi?”

“İşe gideyim ya, borsa batık bir durumda zaten. Paraları kasaya bıraktım. Sonuçta işe yaramaz tryler onlar.”

“Murat la bizim işyerine bir gelsene, varya çok matrak bir ortam. Gül gül ölürsün. Restoran mı tiyatro mu belli değil. Q3 lokanta ama Q5 yerlerin bile böyle fanatik müşterileri yok. Bizim bir Yunan patron var, adam şimdi peltek, Türkçeyi garip konuşuyo var ya komik bi de garson oğlan var dükkanda a haha ha”

“Bakarız bir ara ya”

“Neyse görüşürüz. Ben biraz daha topukliyim”

“Hadi bakalım”

İki adam ayrıldılar. Murat biraz daha berideki kendi iş yerine doğru yol aldı.


* * * * *

Yaptığı iş belli ve sabitti Murat’ın. Önce hamurları güzelce eliyle şekillendiriyor, küreğinin üzerine dizdikten sonra “yallah” fırına yolluyordu. Beklerken terini siliyor, biraz da su içebiliyordu. Ekmek fırınında çalışmak yoruculuğundan ziyade terletici bir işti.

“Kışın iyi oluyor ama yazın çekilmez olmalı” diye düşündü Murat.

İki adam boyundaki küreği asılarak çekti Murat. Son posta ekmekler de çıkmıştı böylece. Murat bu işi yine de seviyordu. Çünkü genelde q2 ye gücü yetmeyen fakir fukaranın nasiplendiği bir rızkın işçisi sayıyordu kendisini.

Üstünü değişti. Kasadaki sevimsiz patronun karşısına dikildi.

“Kalimeras* babalık” dedi sahte bir sırıtışla Murat. Esaret ona çat pat Yunanca öğretmeye başlamıştı.

Yunan patron oralı olmadı. Hıphızlı ve sinirli olan Yunan diliyle bir sürü şey saydırdı. En sonunda da parmağıyla dişlerini gösterdi.

Murat ne yapacağını anlamıştı. Patronun bayan akrabalarına sıralı olarak saydırdıktan sonra tüm dişleri görünecek şekilde sırıttı. Patron da çekmeceden mor ışıklar saçan barkod okuyucusuna benzer bir cihazı çıkarttı. Kablosunu salarak. Murat’ın dişlerine yaklaştırdı.

“Ulan cebimde 1000 küsür try parası olan adamım. Ama meteliğe kurşun sıkıyorum. Şu halimize bak! Resmen hayvan pazarındaki eşeklere döndük. Şu try ne zaman değer kazanacak? Bu duruma daha fazla dayanamıyacam, en sonunda katil olacam yoksa” diye içinden geçirdi.

Yunan patron ölçüm bitince ekrana baktı. Gülmedi ancak biraz suratı yumuşadı. Türkçe;

“Canin tam olarak 71. Al bakalim bu da senin hakkin oliğor” dedi ve Murat’ın eline 7 grdyi bıraktı.

Murat kendi kendine söz vermişti. Mahir ustanın yanından ayrıldıktan sonra yine çalışacaksa eğer, sadece zevkine çalışacaktı. Hiçbir şeyi takmayacaktı.

Ama işler planladığı gibi gitmemişti. Savaş günlerinin tam ortasında try ler elinde kalmıştı. Ve onları çok feci zararına bozdurmaya kıyamıyordu. Çaresiz bir şekilde ülkenin atağa kalkmasını ve try nin değerlenmesini bekleyecekti. Biraz daha sabredecekti.

“Biraz pazarlara takılırım” düşüncesiyle işten çıktı. HOME meydanına geldi. Meydan yine kalabalıktı. Meydanın tam hükümet konağı tarafında, birbirinden çok uzakta, beş metre yüksekliğinde iki tane kürsünün başlarında iki konuşmacı vardı.

Kürsünün birinden hatip bağırıyor, kalabalık kısmen alkışlıyor, kısmen yuhalıyor, diğer kürsünün başındaki hatip de hoparlörüyle konuşunca da yine aynen kimilerince alkışlanıyor ve kimilerince yuhalanıyordu.

Murat hemen olay yerine intikal etti.
Kafası silindir şapkalı, siyah smokinli hatip yeniden atağa geçti;

“Bak vatandaş, benim adım Uzankoviç Alexa. Ben bir şey dedim mi yaparım. Kafama taktığımı yaparım. Yaptım da ve yapacağımda. Kurtuluş benim gösterdiğim yolda!”

Temsilciler meclisinden olduğu anlaşılan badem bıyıklı, kilolu, silik hatip cevap vermeye çalıştı;

“Vatandaş kanma bu laflara, bu bir çılgınlık. Bir çılgının peşinden felakete sürükleneceksiniz. Yapmayın etmeyin. Yunanlılar akıllı adamlar. Öyle norveçe felan benzemezler. Akıllılar, özellikle bize karşı daha bir akıllılar. Üstüne üstlük böyle bir hamle uluorta yapılınca hiçbir şansımız yok!”

Kalabalıktan beş- on kişi elini ona doğru kaldırarak bağırdı.

“Adam haklı beyler! Doğru söylüyor!”

“Plan ayyuka çıktı. Sağır Sultan duydu!”

Kalabalığın içinden başka birileri de onlara bağırdı. Aşağıda, ön taraflarda yer yer karışıklıklar oluyordu.

Bir sonraki saniyeler ise Murat’ın hayatında bir dönüm noktası olacaktı. Yüz milyonlarca saniyelik hayıtındaki hiçbir saniye grubu bunlar kadar önemli olmayacaktı.

Ve onu gördü. O minicik beyaz, şeker yüz. O fındık burun. O sanki bir kahve fincanı ağzıyla o kız, bir hayal gibi iki metre önünden geçti Murat’ın. Kısa ama çok kısa bir gülümseme Murat’ın kalbinde 30 yıldır zincirlenmiş güvercinleri aldı götürdü özgürlüğe. Her şey bir anda olmuştu.

Kafasında spor bir şapka vardı onun, simsiyah saçları bir kuyruk olarak şapkanın arka deliğinden dökülüyordu.

Kız öyle narin, öyle bir ceylandı ki o eski renkli kabanı onun yumuşacık adımlarını kaba gösteremiyordu. O, yürürken sanki adım atmıyor, yıldız gibi kayıyordu.

Kız Murat’ın önünden bakışını keserek geçti, gitti. Kalabalığın arasında kayboldu. Göğüs kafesinin yuvasına tatlı bir şerbet dökülmüştü sanki Murat’ın. Murat kafasını biraz daha kaldırdı, sağa tarafa baktı, sol tarafa baktı ama nafile. Yoktu.

Göz kapaklarını kapatıp, hızlıca bastırarak açtı. Bir, iki kırpıştırdı gözlerini.

Öyle aval aval Uzankoviç’e bakıyordu, ipince kaytan bıyıklı bu politikacıya bakıyordu ama yine O’nu görüyordu.

Evet, o da ona bakmıştı. “Aman Allah’ım cennetten bu dünyaya gelmiş bir ceylan mı acaba” diye içini geçirdi Murat.

“Arkadaşım, hiç de zor değil 4000 adam olsa bile yeter”

Karşı kürsüden meclis üyesi bağırdı;

“Neyi yeter lan? Adamlar en az 10 bin kişi. Hepsi birleşip tek adama oy atacak. Seçimlerden böylece babayı alacağız. Bütün millet de Yunan vatandaşı olduğuyla kalacak!”

“E kardeşim bizim o kadarla kalacağımızı kim söyledi. Biraz zorlasam 15 bin türk yaparım Yunanistan’da!”

“Adama bak nerden bulacan o kadar adamı? Sen mi doğuracan? Baby boom diye kendi göbeğini mi patlatacan?”

“Ben bulurum dedim mi bulurum. Benim adım Uzankoviç alexa! Gerekirse evet. Rl den basın yayın yoluyla yüzlerce arakadaşımın arkadaşı var. Benim emrimi bekliyor.”

Kalabalıkta daha büyük bir tezahurat koptu;

“Yaşaaa! Helal be. İnlet Yunan’ı.”

Murat’a her şey olduğundan güzel görünüyordu şimdi. Şu simitçi ne tatlı bir adamdı. Şu kalabalık ne kadar da dost canlısıydı. Ya şu kürsüde konuşanlar! Ne sevecen adamlardı onlar. Şu meydanın tepesinde dalgalanan mavi çizgili bayrak, ne hoş bir şeydi! İnsanlar ne de güzel tezahurat yapıyolar! Burası bir bayram yeri olmalı.

“Vatandaş yapmayın etmeyin. Hepiniz Yunan kimliği mi almak istiyorsunuz? Bundan daha büyük tarihi bir utanç olabilir mi? Hepinizin kimliğinde Yunan yazacak, gocunmayacak mısınız? Yunanlılar ömür boyu dalga geçecek. Nasıl rahat yaşayacaksınız?”

“Sus artık temsilciler zımbırtısı sus. Çivi çiviyi söker. Onlar hile ile kazandılarsa bizim karşılığında yapacağımız çok meşrudur. Bütün e-republik e-türkiye olacak bundan sonra. Her yer bizim hiç unutma bunu. Asıl onursuzluk sizde ona bakacak olursan. 3000 g tazminatın yanında iki bölgeyi peşkeş çekecektiniz. Bunu kabul edeceğimize işte böyle düşmanı kafadan vururuz daha iyi.”

“Yaşşşşşaaaa, yürü beeee, ya ya şa şa Uzankoviç çok yaşa!”

“Yuhhhh şarlatannnn”

Meclis üyesi tekrar hoparlöre yüklendi;

“Evet, bak, gerçeği görenler senin ne olduğunu söylüyorlar. Şarlatan seni.”

Uzankoviç iki elini havaya kaldırarak ulvi bir güçle bağırdı;

“Sus artık! Adamlar ülkeyi satılığa çıkardılar, nerde senin onurun ha? Hiç konuşma artık sen!

Biiiz, önce birleştirerek birleştireceğiz, sonra da her şeyi ele geçireceğiz. İntikamımız e-dünyada eşi benzeri görülmemiş olacak. Siz sadece dediğimi yapın. Ayrıca mazot da bir grd o-la-cak!

Böyle enkaz gibi engelleri de bir tekmeyle kaldırıp atacağız. Açın yolu. Ben geliyorum.

Gölgelerin gücü adınaaaaa!”

Bundan sonra iki konuşmacı da konuşamadılar aşağıda halk çoğunluğu uzankoviç taraftarları olmak üzere birbirlerine girmişlerdi. Göz gözü görmez bir grup-dövüş yaşanıyordu HOME meydanında.

Murat’ın da gözü hiç bir şey görmüyordu. Kalabalıkta onu arıyordu gözleri. “Belki aradan kaçmaya çalışıyodur. Ya karambolde ona da bir şey olursa? Hayır olmasın öyle bir şey. Keşke şimdi şurada olsa da tanışabilsem onunla. Acaba adı ne? Acaba sesi nasıl?”

Bazen savrulmuş bir tekme Murat’ın koca gövdesini sıyırıyordu, bazen de hınç dolu bir yumruk…

O bunların arasından güleç yüzüyle geçiyor ve yine tüm bunları bir gül bahçesi olarak gördüğünden dolayı, bu fokurdayan öfke bataklığından hiç aceleyle çıkmak istemiyordu.

Bu öyle bir gül bahçesi ki; kaybettiği çiçeğini çalıların yaprakların arasında buldurma vaadini hala saklı tutuyordu.


* * * * * *

Bir vurgunun sarhoşu Murat, öylece terk ediverdi onları yalpalayarak.

Vara vara vardı yine Bakkal Emminin dükkanına. Selam etmedi, kapıyı kapatınca sırtını duvara verdi. İki eli göbeğinde birleşti, yumuşakça düşerek sırtı duvarda, altındaki tahta kasaya oturuverdi. Yüzü huzurla gülüyor, gözü acısız bakıyordu bakkal amcaya öyle.

Bakkal oğlanı böyle görünce şaşırdı. Kendisi tezgahın arkasında, elleri tezgahın üzerinde, biri bir başta diğeri ta diğer baştaydı. Efsanevi bıyıklarıyla sırıtıyordu. Murat’tan ise hala ses seda çıkmıyordu.

“Sulu mu yoksa kuru mu çektin?”

“Bir deli suların akıntısındayım…”

“Lan oğlum kuru lan basbayağı he he he yakalarlarsa hoplatırlar bak adamı.”

“Beni kuru bildinse babalık, sevdanın ateşindendir, bırak daha bir daha kurutsun beni”

“Sen şöyle geç uzan evlat ayılınca anlatırsın.”

“Bir melekti o gördüğüm bir melek, şimdi yine görebilmek için canımı bile veririm, böyle bir güzellik gerçek olamaz ki? Olabilir mi acaba sence?”

“Eyyy?”

“Bu şirin billuru arıyordum her halde hayat boyu, ama artık onu fark ettim, algıladım, o meydanda denk geldim ona, uçuyorum Allah’ım”

Yaşlı bakkal düşünmeye başladı;

“Lan galiba biraz önce meydandaki kavgada kafasına bi yerine odun yedi bu oğlan. Memlekete hayırları olmaz, bi de böyle çoluk çocuğun kanına girerler. Vah yavrum vah. Hastaneye mi göndertsem evet evet acile götürsünler, sıkıntı olacak yoksa”.

Adam tam telefona davranıyordu ki Murat ayağı kalktı.

“Orada mı burada mı şurada mı? Nerde acaba?”

Bakkal bir elinde ahize bir eli boşta “bilmem” gibi bir hareket yaptı.

Aniden sola döndü, camdan dışarı baktı.

“İşte orada, evet onu tekrar göreceğimi biliyordum. Orada o güzelim, işte sokağın karşısında, karşı dükkanın önünde, ne kadar güzel. Dur orada kaçma bir yere melek kız.”

Bakkal Murat’ın gösterdiği yere baktı. Gerçekten de güzel, genç bir kızın karşı turizm acentesinin önündeki bir tezgâhta incik, boncuk sattığını gördü. O kızı daha önce de buralarda görmüştü.

Murat tükkandan robot gibi çıktı. Kız oradaydı hala. Evet gördüğü ne bir serap, ne de bir rüyaydı. Gerçekten tüm güzelliğiyle oradaydı.

“Oğlum Murat şöyle bir silkelen kendine gel lan. Ürküteceksin o güzel meleği. Biraz topla kendini!” dedi kendi kendine.

Sokaktan ekmek ve çeşitli yiyecek yüklü bir kamyon geçiyordu. Son anda patlak veren güneydoğu rezistans savaşına takviyeye gidiyordu. Kamyon tam Murat’ın önünden geçtiği an Murat kızı nerdeyse bir buçuk saniye göremedi. Neyse ki şimdi herhangi bir engel yoktu. Kızı görebiliyordu.

Murat derinden birkaç kez nefes alıp verdi. Kızın tezgâhına yaklaştı.

“Eee İyi günler!”

“İyi günler size nasıl yardımcı olabilirim?”

“Aman Allah’ım bu nasıl tatlı bir ses, bu ne güzel bir şeker seda!” dedi Murat içinden.

Kızın üstünde pembeli-morlu bir mont vardı. Soğuk havaya rağmen askeri yeşil renkte spor bir şapka giymişti. Kocaman ve yuvarlak disk gibi beyaz küpeler takmıştı. Murat kızın tenindeki her detayı üşenmeden inceliyordu. En küçük bir düzlüğü ve pürüzlüğü bile.

Kız onunla konuşuyordu. Ne de güzel konuşuyordu. Sesi cıvıldayan bir bülbüldü ona göre adeta. Murat hemen kendini yine toparladı. Ve kızın ne dediğini anlamaya çalıştı.

“Yakınınız bayan kişi için şöyle güzel küpelerimiz var. İsterseniz bakın. Ya da bay ise şöyle künyelerimiz de mevcut, bir de parfüm setimiz var, kravat tokaları var, bayan mı yoksa bay kişi için mi bir şeyler bakmıştınız?”

Murat;

“Ah evet, tabi ya” dedi. Tezgâha baktı belli bir süre. Bu küçük işporta tezgâhında genel olarak bayan takı ve süs eşyaları vardı. Biraz da erkekler için süs ve bakım eşyaları vardı. Murat böyle şeylerle pek ilgilenmez, hiç de sevmezdi.

“Hepsi birbirinden güzel hangisini alacağımı şaşırdım, ha evet bayan, bayan. Bir bayan için alacaktım. Çok sevdiğim, kalbimin yuvasından vuran kişi için…”

Kız güldü. Kızın bu gülüşü Murat’ın iç dünyasında kıpırdanmalara sebep oldu. Esasında kızın her hareketi Murat’ı yeniden ve yeniden dalgalandırmaya yetiyordu.

“Çok şanslı bir bayan olmalı bu kişi” dedi kız gülerek.

Ama bu sefer ki gerçekten esaslı bir deprem olmuştu Murat’ta. Tam anlamıyla bir deprem de denemezdi çünkü deprem yıkım ve son demekti. Oysaki şu an Murat’ın kalbinde patlamalar doğuran bir volkandı yaşanan ve yaşayan. Buna belki bir devrim de denebilirdi.

“Artık ona erişmek için elemden geleni yapmalıyım” dedi Murat içinden.

“E şey sizi sanki bir yerden tanıyor gibiyim, eemmm şeyde bulundunuz mu? Eeem Makedonya’da? İsminiz Hatice idi sanırsam?”

“Yok, benzettiniz herhalde. Makedonya’da hiç bulunmadım, adım Aylin.” Dedi kız gülümseyerek.

Murat’ın içten içe konuşması halen devam ediyordu. “Aylin ohhhh Aylin mi? Söylemesi bile ne güzel! Ohhhh Aylinnnn!”

“Aaa! Hay Allah! İnsan insana ne kadar da benziyor. Ama bilmenizi isterim; sizin güzelliğinizin eşi benzeri yok”

Kız hem güldü hem de biraz mahcup oldu. Murat onun bu halini daha birçok sevdi.

O sırada önlerinde bulundukları dükkânın kapısı açıldı. Tabelasında VOLKAN AG (Araştırma ve Gezi) yazıyordu. Bir tane kıvırcık saçlı, toparlak kafalı, boyunsuz, iri kıyım (Murat dan da iri), sinirli bir adam üç basamaklı merdiveni hışımla indi.

“Kız ben sana dükkânımın önünü işgal etme demedim mi?” diye bağırdı borazan sesiyle.

“Efendim şuracıkta duruyorum, size bir zararım olmaz, yemin ederim, gürültü yapmam.”

“Sabahtan beri gelmişin hem boş beleş saçma sapan şeylerle dükkânımın önünde görüntü kirliliği yapıyosun hem de bıdı bıdı yapıyosun” dedi.

“Lütfen abi, ekmek parası için Lütfen izin verin” diye yalvardı Aylin.