Zirveye yürüyen adam (Full sürüm) 2

Day 1,204, 02:35 Published in Turkey Turkey by tiryakihasanpasha

Murat üst dudağı, alt dudağı, kaşları, çenesi ve tüm kafasını sabit tutarak tüm gövdesiyle adama döndü. Olayın gerçekliğini hazmetme çabasındaydı zihni. Zihni kabul etmemeye çalışsa da, yakıştıramasa da, gerçek gerçekleşmeye doğru bastırıyordu. Öfke ise haksızlığın bütünüyle belirmesinden sonra patlamayı bekliyordu zar zor.

“Eeeh! Amma çok oldun ha!” diyerek kızın omzunu tuttu ve kolay bir hamleyle onu itekledi. Kız yere düştü. Üstü başı çamur oldu. Hemen bir tekmeyle yıkmak için kızın tezgâhına doğru yürüdü.


* * * * *

Murat baldırına ormanların gümbürtüsünü yükleyerek adamın kalçasına öyle bir tekme aşk etti ki, koskoca herif düşmemeye çalışma çabasıyla on, on beş metre rükûda koştu ancak dengesini koruyamadığından başaralı olamadı ve eli mahkûm yüz üstü çamurlara çuvalladı. Elleriyle bile kurtulamamıştı düşmekten.

Murat hemen Aylin’in yanına koştu, kızı yerden kaldırdı. Kız omzuna dokunan bu sevecen ellerden hayatında hiç kimseden, hatta babasından bile duymadığı bir sığınılacak liman, sapasağlam bir duvarın güvenini duydu.

“Bir şeyin var mı? İyi misin?”

“İyiyim teşekkür ederim gerçekten sağ olun. Benim bir kabahatim yok, yemin ederim, sadece biraz para kazanmak istedim” dedi sesi titreyerek Aylin. Bir yandan da o fidan dalı elleriyle montunun çamurlarını silmeye çalışıyordu ama nafile.

“Sakın böyle söyleme. Senin hiçbir suçun olamaz. Böyle zorbalar karşılarında sert kaya görene kadar herkesi korkuturlar” dedi. “Gel şurada bakkal amcanın dükkanına gidelim, hem ısınırsın hem üstünü başını kurularız, merak etme ben buradayım kimse sana bir şey yapamaz” dedi Murat yine o güven verici ses tonuyla.

Kızın koluna girdi. Tam karşıya geçeceklerken -ki bakkal emmi de kapıya çıkmıştı- o sırada meydanın başlangıcı sayılabilecek yerden korkunç bir nara duyuldu.

“Hieeeeeeeeyt! Oğlum sen yandın lan, sen ömür boyu pişman olacan lan şimdi”

Dev adam çamurların içinden orkların yaratılış destanındaki gibi yükselerek ayağa kalmıştı. Kolları kayadan beter sıkılmış yumruklarıyla önde, hiçbir canlının o an onun önünde durmak istemeyeceği şekilde duruyordu. Volkan ateşiyle üzerine bulaşmış çamurları az biraz buharlaştırıyordu.

Murat olduğu yerde durdu. Volkan onun sadece ensesini görebiliyordu. Kız Murat’a baktı, başı onun omuzları hizasındaydı.

“Benim için dövüşmek zorunda değilsin, sen koş uzaklaş, ben de buraya girerim. Bana bir şey yapamaz burada. Zaten cezasını buldu baksana” dedi Murat’a ama gözleri daha çok yalvarıyordu sanki.

“Zarar görmeni istemiyorum, sen çok iyi bir adama benziyorsun”.

“Her şey olacağına varır. Bu benim seçimimdir ve bana aittir. Bu, buna değer. Hadi sen şimdi gir içeri”

Kız elleri göğsünde çapraz, hem Murat a bakıyor hem bakkala doğru gidiyordu. Bakkal hemen kızı almak için tetikteydi.

“Gel kızım gel içeri, hemen geç sobanın yanına” dedikten sonra Murat’a “Başladığın işi bitir evlat, ne zamandan beri çok şımarmıştı. İyice benzet hödüğü he he he”

Volkan biraz daha yaklaştı sokağa,

“Ne o lan? Pişmanlıktan altına mı sıçıyon ayakta? Eee, yiyemeyeceğin y….n altına yatmayacaktın yavrum. Sen öyle kızlara hava atacam diye böyle p..likler yaparsan kemiklerini kıtır kıtır kırarlar. Şöyle bir hafta komada yat da aklın başına gelsin”

Sokak sakinleri, yemek yiyenler, karnını doyuranlar, meydandaki kavgadan dönenler, yolcular ve çocuklar... Tüm herkes olan biteni sessiz sedasız pür dikkat izliyorlardı. Hatta q5 lokantadaki müşteriler bile balkonlara çıkmışlardı.

“Senin gibi sadece kadınlara gücü yeten bir yavşak olmaktansa, gerekirse ölürüm daha iyi. Senin gibi şerefsizleri çok gördüm”.

“Ulan şimdi ananı laciverde boyadım it oğlu” dedi ve hızla Murat’ın üstüne yürüdü. Tam kafasına sert bir sağ çakmak için yumruğunu yolladı fakat Murat daha hızlı davranıp eğildi ve alttan karnına oturaklı bir şekilde yumruğunu koydu.

Volkan sendeledi, yüz geri etti. Ne olduğunu anlamamıştı ve şimdi biraz nefesi tıkanmıştı. Murat ise sabırla tuttuğu öfkesini daha yeni salıyordu yavaş yavaş.

İnsanlar ikisinin etrafına toplanmıştı şimdi. Tezahuratlar havada hepsi birbirine karışıyordu. Yalnızca anlaşılabilen “Boksör, boksör, boksör!” ve “rençber, rençber, rençber!” nidalarıydı.

Volkan gerçekten de 24 level hafif bir tankçı olup eski bir boksördü. Terbiyesiz ama güçlü bir adamdı ve çok adamı perişan etmişti ringlerde. Bu bağlamda Murat’ın durumu gerçekten iç açıcı sayılmazdı.

Rençber dedikleri de Murat dı. Rençber olarak bilinirdi sokakta o. Hakkında tek bilinen şey buydu. Muhtemelen uzun yıllar çalıştığı ve Emma dedikoları yüzünden ayrıldığı tarladan gelmiş olmalıydı bu lakap.

İki adam birbirlerinin ufak bir açığını yakalamak için birbirlerinden gözlerini hiç ayırmadan ve gardlarını almış vaziyette, olmayan iki adam boyu bir çemberin etrafında dönüyorlardı.

Gözler sadece gözleri görüyor, gözler karşı gözleri nefretiyle sindirmeye çalışıyordu. Dikkatin dağılmasına bağışlama olmazdı. Olmayacaktı da.

Arka tarfata Ikaram denilen Yunanlı bahisleri topluyordu.

“Evet, beyler agalar bahisleri görüğoruz evet alalim; boksör için 10a 13, rençber için 10a 18!”

Paralar elden ele, fötrlü şapkalar, purolarla karışıktı. Gök hepten gri, dünya tümden “versus” marka bir makineydi.

Dönüyordu Murat hayat boyu bildiği o kor gözlere odaklanarak. Babasına ne söz vermişti?

“Babacım ama bana kötü söz söylediler” küçük Murat’ın burnu kanamıştı.

“Olsun yavrum. Yine de kavga etmene bahane değil. Kavga çok kötü bir şey. Şimdi gel ve yemin et bakayım bir daha kavga etmeyeceğine dair”

“Yemin ederim bir daha kavga etmeyeceğim babacaığım”

“Afferim yavrum” dedi ve başını okşadı oğlunun.

Volkan bir anda patladı, üst üste kombolarla kafasına kafasına patlatmaya başladı sağlı sollu, hiç bitmeyecekmiş bir kinle Murat’ın. Murat kafasını kollarıyla savunuyor ve yine yıllar sonra başını yüksek bir omuzun koynunda tutuyordu. Ancak bu omuz şimdi bir düşman omuzuydu ve acımak nedir bilmiyordu.

Kocaman bir daire olmuş kalabalık, dış dünyayı pek takmıyordu artık. O anki heyecanlarını bozacak her şeye düşman olabilirlerdi şu an.

Gazeteci çocuk koşa koşa geldi savaş silah düzlüğü taraflarından. Bağırıyordu elinde tuttuğu gazeteyle;

“Yazıyor, yazıyooooor, güneydoğuyu kazandık, hürriyetimizin ilk adımını attık yazıyoooor,”

Çocuk bağıra bağıra food sokağa girdi. Sonra durdu, şaşırmıştı. Herkes kalabalığa dahil olduğundan sokakta kimse kalmamıştı. Karşısında sadece yaşlı bakkalı görebildi.

Bakkal Emmi;

“Sıpa, ver bakalım ordan bir gazete!”

“Hımmm, bakalım bi. Heh he he. Yaşasın İstiklal ha? Lan kimmiş bu doktor? Gençlerden birimiydi acep? Haaa dur tamam lan bu gene bizim eski oğlanlardan. Ulan dakkasında sahipleniverdiler zaferleri. Bak şu poza bak sen! Kel adamdan başkan olursa böyle olur, baksana parlıyor gazete he he he”

Bir Volkan sarılıp sarmalamıştı Murat’ı ve ateşi hiç dinecek gibi değildi. Murat kapaklanmış bekliyor, bekliyor ve bekliyordu. Çok ama çok da dikkatli olmalıydı. Bu haksızlığın, bu tecavüzün intikamı tam ve net olmalıydı. Tek ve net ve bu vahşete ket olmalıydı. Bunun için bir açık olmalıydı. Derken Volkan o açığı verdi.

Murat ilahi bir güçle aparkatı adamın çenesine öyle bir çaktı ki boksör Volkan karşıdaki Murat’ın daha önce idamda karşılaştığı fötr şapkalı adamın dibine düştü. Volkan sert bakışlı bu akıncı adamı, başka birkaç insanı ve kafalarının ortasında gri gökyüzünü görüyordu şimdi.

“Bir daha saygısızlık yaptığını görürsem, bu halini özlersin” dedi Murat parmağını uzatarak.

Gözleri biraz açık kaldı çok geçmeden de sızdı Volkan. Murat tükürdü ve arkasını dönerek yürüdü. Alkışlar, ıslıklar ve tezahüratlar yeniden coşmuştu. Güçlü her zaman olduğu gibi yine ve yeniden alkışlanıyordu. Fakat bu seferki nedeni bilinmese de daha bir heyecanlı olmuştu insanlara göre.

Millet Murat’ın omuzlarına;

“Helal be”,
“analar ne yiğitler doğuruyor”
“gördün mü civanı nasıl da yardı o yarmayı?”
“valla ömrü hayatımda böylesini görmedim, adam Süpermen beyler!”

tebrikleriyle vuruyordu. Murat’ın bir gözü morarmaya başlamıştı ve burnu hala kanıyordu. Bakkala doğru, Aylin’e doğru yürüyordu.

Ama bilmiyordu ki metrelerce yürümesine karşılık kalabalık sırtından hala ayrılmıyordu.

* * * * *


Murat arkasında kalabalıkla beraber dükkânın önüne geldiklerinde, karşılarına İyiUyur adlı bir meczup çıktı. Saçı sakalı birbirine karışmış bu adam, kopuzu göğsünde bir hayat yaşar, hem çalar hem söylerdi. Yaz-kış kürkle dolaşırdı. Efsaneye göre de eski bir Almancıydı.

İyiUyur vurdu kopuzunun teline, üstüne kendi boğuk sesiyle;

“Yine de şahlanıyor Amman
Kolbaşının yandında KIR ATI…”

“Murato’nun… hünerleri aman Allah…
Murato’nun… hünerleri aman Allah…
Amman Murato, canım Murato…vay vay
Murato geliyor eyvah!
Amman Murato…”

Kalabalık gülüyordu. Murat oralı olmadı. Arkasını döndü;

“Zorbalığa boyun eğmeyin, susmayın, sustukça sıra size de gelecek. Gerektiğinde cesur olun ve bir kere ölün. Cesur olup bir kere ölün, esir olup bin kere ölmeyin!”

Alkışladılar. Sonra dağıldılar. Murat dükkâna girdi. Gözünün şişini, burnunun kanını gören Aylin hemen panik yaptı.

“Ay! Aman Allah’ım yaralanmışsınız!”

“Mühim bir durum değil, hissetmiyorum bile”

“Aaa olur mu öyle” dedi Aylin. “Geçin oturun pansuman yapalım, mutlaka gerekir”

Sıcak su, pamuk felan hazırladılar. Aylin sıcak suya daha pamuk elleriyle önce bandırıyor, sonra hiç incitmeden yumuşacık dokunuşlarla koca adamın taşlaşmış yaralı bereli derisine hayat veriyordu. Murat duvara yaslanmış ve hareketsiz bir şekilde ve sanki uyuyacakmış gibi oturuyordu. Gözü gerçekten çok kötü morarmıştı.

“Size nasıl teşekkür edebilirim, bilmiyorum. Beni korudunuz, tezgâhımı kurtardınız. Kendinizi tehlikeye attınız, benim için yaralandınız!”

Murat’ın şu an tattığı mutluluk, rüyalarında bile denk gelmemişti. Bir melek onu tüm şefkatiyle okşuyordu. Arada sadece pamuk vardı.

“Yine olsa yine yaparım. Sizin gibi güzel, narin bir bayana böyle bir terbiyesizliğin yapılmasına izin veremem. Yapanı mutlaka cezalandırırım.”

Murat böyle söyleyince Aylin üst ve alt dudağını içeri çekti. Daha bir şirin oldu.

“Asıl sizin durumunuz nasıl? Omzunuzdan çok kötü tartakladı sizi, gördüm”.

“Yok, ben çok iyiyim, sadece üstüm biraz kirlendi, o kadar!”

İhtiyar bakkal dolabın arkasında yalancıktan iki kere öksürdükten sonra;

“Yav Hay Allah! Nasıl da unutmuşum, kömür gelecekti kömür! Ya bak yaşlılık işte, unutuyorum her şeyi evlat! Benim depoya gitmem lazım şimdi kömür gelecekti, sen kapıyı kitleyince anahtarları elektrik kutusunun sağ köşesine saklarsın. Haydin ben çıktım, kalın sağlıcakla he he he”

Bakkal çıktı gitti. Dükkânda yalnızdılar şimdi.

“Çok iyi bir adamsınız, hâlbuki isminizi bile bilmiyorum. Murat olduğunu söyledi yaşlı amca”.

“Evet. Adım Murat. Murat DEMİR.”

“Sizin gibi iyi insanlar çok kalmadı artık. Gerçekten bu iyiliğinizi hiç unutmayacağım.”

“Dedim ya, önemli değil. Artık unutalım bu tatsız olayı.”

“Peki, siz nasıl diyorsanız öyle olsun. Burada mı çalışıyorsunuz?”

“Hayır, aşağı mahallede bir fırında çalışıyorum. Gerçi oraya gireli de fazla olmadı. Zengin bir adam olma hayalim var bir de cebimde. Başka da bir şeyim yok.”

Aylin güldü. Ama ne de güzel güldü. Zaman dursa ve o hep bıldırcın gülüşüyle kalsa Murat’ın gönlünde. Murat da güldü. “Gülmek sana yakışıyor!” demek istedi, diyemedi. “Ben aslında bankerlik de yapıyorum” da demek istedi, sonra vazgeçti.

“Sizin gönlünüz zengin. Paraya çok da ihtiyacınız olmaz bence. Ben de gördüğünüz gibi ufak tefek işlerle günü kurtarmaya çalışıyorum. Ama işte bazen böyle istenmeyen durumlarla karşılaşıyorum. Bazen böyle şiddet, bazen de taciz. Bayan olmak zor bir şey bu dünyada. Olsun yine de ümidim var, bir gün rahata ermiş, mutlu olacağım”.

“Ben de bunu canı gönülden isterim, duacınız olurum”

“O zaman kaderim değişir belki” dedi Aylin. Beraber gülüştüler.

Aylin saatine baktı;

“Murat Bey, saat de baya geçmiş, ben müsaadenizle kalkayım. Babam evde bekler beni. İsterseniz bir de kalkmışken sıcak suyunuzu tazeleyeyim? Ya da yapabileceğim başka bir şey?”

“Yok yok ben de kalkıyordum zaten, hem sizi ben bırakırım evinize. Malum, o pislik kötü bir şey yapmak isteyebilir. Buna müsaade edemem”

Yol boyunca biraz daha konuştular. Büyük, müstakil bir evin önüne geldikten sonra Murat;

“Bakın bu benim telefon numaram, bu numarayı kaybetmeyin rica ediyorum. Çarşı zaten belalı bir yer. Ben de hep oralarda oluyorum. Tehlike anında bir dakika içinde yetişirim.”

Kız sadece “peki” dedikten sonra numarayı aldı. Ve “işte burası benim evim dedi.” Murat eve baktı ve gülümsedi. İlk defa görmüştü bu evi. Vedalaştılar.

Murat evine öyle bir mutlulukla gitti ki, sanki bir bira içmiş derecede mayhoştu.

Aylin kapıyı açtı. Babası gelmiş olabilirdi belki işten.

“Baba!” diye seslendi. Herhangi bir ses gelmedi. Sadece bir “miyav” sesi geldi. Eğildi, beyaz kediyi yerden aldı. Kucağında severken,

“Pamuk geldiyse demek ki babam da gelmiştir” diye durumu anladı. “Mutfakta yemek yiyordur kesin, hay Allah yine piposunun külünü yine buraya dökmüş” diye mırıldandı kafasını sallayarak.


* * * * * *


Aylin evin içerisinde babası Mahir ustayı aradı. Ona bugün başından geçenleri anlatacaktı. Derken onun salonda, koltukta uyumuş olduğunu gördü. Uyandırmaya kıyamadı. Üstünü bir battaniye ile örttü.

“Gece acıkınca uyanır kendisi nasıl olsa” dedi.

- - - - -

Bakkal Emmi akşam olunca kömür bahanesiyle çıktığı dükkânına geri döndü halletmesi gereken birkaç küçük işi vardı.

Dükkânın kapısını açıp içeri girince bıyıklarını burarak sırıttı;

“He he he bizim evlat işi bitirmiştir herhalde. E o kadar ortam hazırladık, bitirsin yani. Ben onun yaşındayken hiç affetmezdim” dedi kendi kendine ve gülerek işe koyuldu.

Tam o sırada sokağın başında, soğuk gecenin başlangıcında yine sinirli bir kalabalık, ellerinde meşaleler ve önlerinde bir lider ile hareketsiz, üşümeden bekliyorlardı. Uzaktan uzağa bakkal dükkânını gözetliyorlardı.

Kalabalığın lideri Afet Baba onlara seslendi;

“Ey ahali, ey cemaati müslimin, artık bu hainin cezasının verilmesinin zamanı gelmiştir. Koynumuzda yaşayıp bize kurşun sıkmanın ne olduğunu canını vererek ödeyecek! Yürüyün!”

Güruh homurdanarak pilot Afet Baba’yı takip ettiler. Çok gürültü yapıp kaçırtmak istemiyorlardı bakkalı.

O sırada bakkal emmi süpürgeyle ortalığın şöyle bir kabasını alıyordu.

“Oy oy Eminem
nedir bu güzellikler
nedir bu güzellikler…”

“Bizim oğlan da ağzının tadını biliyormuş ha!” dedi yine sırıtarak. Biraz daha süpürdü. Beli ağrıyınca doğruldu, camdan dışarı baktı. Manzara hoşuna gitti.

“Ooo! Bizimkiler yine bir bölge kazanmışlar herhal. Fener alayı da kalabalıkmış bayağı. E niye sessizler bunlar? Bir bakayım hele!”

Kapıya çıkınca Afet Baba ona seslendi;

“Evet, buraya kadar Bakkal! Hiç öğrenemeyeceğizi zannettin di mi? Ama artık kaçış yok! Eşek cennetini boylayacaksın! Vatanımıza kurşun sıkmanın bedelini ödeyeceksin.”

“Siz ne dersiniz canlar? Ne kurşun sıkması?”

Beri taraftan Kemal Bey adlı bir adam bağırdı;

“Sus yalancı! Bizim çocuklar görmüş seni gece savaşında. Bize kurşun sıktın orada sen.”

“Evet evet ben de gördüm, tankla vurdu hatta hiç acımadan!”

“Vay şerefsiiiizz!”

“Gündüz insan, gece kurtmuş meğersem” dedi birkaç kişi daha.

“Yunan’la anlaştın. Kendini gold’a sattın, vatanına vurdun. Hem de en zor zamanında. Böyle bir ihaneti Ali Karayel bile yapmadı. Gebereceksin bakkal!”

“Eee ben şey, hatırlamıyorum, yemin ederim, hatırlamıyorum, yapmadım, ben yapmadım!”

Afet Baba Molotof şişesini eline aldı. Bir adam geldi ucundaki çaputa meşalesinin alevini tutuşturdu. Şimdi beyaz kaşlı bu ihtiyarın elinde tuttuğu Molotof, onun siyah gözlüklerinin aksinde kaynak gibi parlıyordu.

“Ölüm sana hainnnnnn!” diye bağırdıktan sonra olanca gücüyle dükkânın camekanlarına doğru fırlattı. Bakkal kunduzdan daha vahşi ve korkmuş gözleriyle içeriye kaçtı. Tuvalete gitti. Camı zorladı. Kahretsin cam çok küçüktü! Bir şeyler aramak için içeri geri döndü. Dolap ve tezgâh alev almıştı.

Afet Babanın atışında sonra tüm grup yağmur gibi fırlattı meşaleleri envai çeşit küfürle. Dükkân cayır cayır yanıyordu. Dumandan nefes alamıyordu Bakkal Emmi.

Yere düştü. Sloganlar elli metre tavanlı ve bir fersah derinlikteki mağaradan geliyordu sanki.

“Bakkala ölüm!
Bakkala ölüm!
Bakkala ölüm!”

Sloganın her saliselik kesilişinde ölmek üzere olan bu ihtiyar nefes alıyor ve veriyordu. Giderek alamamaya başladı. Sıcaklığı duydu. Pek güldüğü ölüm, demek böyle bir şey olmalıydı.

Dükkândan çıkan alevler sokağı hem aydınlatıyor hem ısıtıyordu. Öfkeli kalabalık mızraklarını ritmik olarak yere vuruyor, sloganına devam ediyordu.

Yüzü ve beyaz kaşları masumiyet pamuğuyla sabit Afet Baba ise arkadakilerin de duyabileceği bir seste konuşuyordu.

“Senle beraber büyüdük bu sokaklarda. Beraber gittik cephelere. Ama sen aslından saptın. Bizi sattın. Böyle olmamalıydı. Bunu sen istedin. Bunu affedemezdik. Vatana ihanet ettin!”

Kelimeler çıkıp giderken donmuş yüzü hiç değişmiyordu. Alevler, geceden bile siyah gözlüklerinde kabararak büyüyor, büyüyor ve büyüyordu.


* * * * *


Murat ertesi sabah güne mutlu bir şekilde başladı. Yaptığı omleti, demlediği çayı daha önce hiç bu kadar anlamlı bulmamıştı. Kendini daha önce hiç bu kadar hafif hissetmemişti. Hafifti, olumluydu ve geçirgendi, bir kağıt kadar.

Arada bir umutla telefonuna bakıyordu. Telefon çalmıyordu ama olsun, umutluydu. Umudu hiç durmadan çalıyordu.

“İnşallah o aramasa bile pazarda karşılaşırız” dedi içinden evden çıkmadan önce. Aynaya baktı… Yakışıklıydı.

* * * *

Sabah olunca Aylin babasını güzel bir kahvaltıyla uyandırdı.

“Uykuya yenik düştüm ve güzel kızımı dün göremedim, o da biraz gecikti hani. Nasılmış benim yavrum?”

“Babacım akşam erken geldim ancak seni uyandırmaya kıyamadım.”

“Canım benim”

“Baba o yüzden akşam sana anlatamadım. Dün başımdan çok kötü bir olay geçti.”

“Ne, nasıl?” dedi telaşla Mahir usta.

“Babacım dur sakin ol. Dün yine tezgâhımı açmıştım. O turizm dükkânının önünde o Volkan denen adam yine beni tersledi ve bu sefer beni itekledi ve tezgahımı tekmelemeye doğru giderken yiğit bir delikanlı çıktı ve cezasını verdi.”

“Nasıl bana söylemezsin? Uyandırmalıydın beni. Ben senin babanım kızım. Bir şeyin var mı? Yaralandın mı?”

“Yok, babacım yok. Telâşe kapılma. Dedim ya bir adam beni kurtardı.”

“Kızım, canım kızım. Biliyorsun, artık eskisi gibi zengin değiliz. Madenimiz iş yapmıyor ve daha kötüye gidiyor. Yoksa senin sokaklarda çalışmana izin vermezdim. Ve sen bana annenin yadigârısın, üzülmeni hiç istemiyorum güzel kızım.”

Yaşlı adamın gözleri doldu. Kız hemen babasına sarıldı. Böylelikle daha rahat akabilecekti yaşlar. Sonra yaşlı adam kızını baktı ve;

“Kim bu seni kurtaran kahraman delikanlı bakayım?”

Kız bunun üzerine ellerini aşağıda birleştirip, rahatça gözlerini kaçırarak konuşmaya başladı.

“Evet, babacım o gerçek bir centilmen ve kahraman. O olmasaydı zarar görebilirdim. Ona karşı müteşekkirim”

“Böyle iyi insanların hala var olması gerçekten sevindirici. Kimlerden ki bu çocuk?” dedi yaşlı adam sevecenlikle.

“Fırıncıda çalışıyor. Adı Murat. Eee soyadı evet soyadı Demir. Karakteri gibi vücudu da çok güçlü. Anında o pisliğin haddini bildirdi. Öyle bir benzetti ki bir daha bana yan bakmaya bile cüret edemez. Yalnız çok kötü yaralanmıştı hemen orada kendim pansuman yaptım, benim için yaralanmaktan o canavarın karşısına çıkmaktan çekinmedi. Bir de görsen o kadar kibar ve efendi bir çocuk ki. Çay doldurayım mı babacım?”

“….”

“Baba beni dinlemiyor musun?”

“Ha evet. Çay, iyi olur. Bir fincan daha alayım. Kafam dalmış kusura bakma seni dinliyorum ben yoksa.”

“Ah babacım biliyorum işler kötü ama düzelecek. Takma kafanı. Senin canın sağ olsun”

“Evet, işler… Düzelecek”
Aylin babasını öptü ve evden çıktı. Babası da kahvaltısını bitirebildikten sonra madene doğru yola koyuldu.

* * * * *

Murat kankası Ufuk’la karşılaştı sokakta.

“Nabra lan banker?”

“Aşığım be kanka”.

“Hayırdır olum?”

“Vuruldum bir meleğe, uçuyorum göklerde”

Ufuk onu daha önce hiç böyle görmemişti.

“Yeni bir Emma vakası mı lan?” dedi hınzırca.

“Hayır olum hayır. Bu başka bir şey. Hiç bir şeye benzemeyen bir hal. Bu hep beklemiş olduğum şey.”

Ufuk durumun ciddiyetini yavaştan kavramaya başladı. Ciddileşerek devam etti muhabbete.

“Tanıyor muyuz yengeyi?”

“Onun adı Aylin. Orada bulunur işte hep. Bakkalın karşısında. Ama artık orada olmamalı. Bir şey olacağından değil. Ama orada olmamalı. Ona içimi açmalıyım. Evet bunu bugün yapacağım.”

“Oooo oğlum bakkal dedin de, dün ne oldu biliyor musun?”

“Ne olmuş?” dedi yumuşacık bir tonla.

“Bakkalı dükkanıyla beraber yakmışlar olum. Komkomlar grubu. Ateşe vermişler anasını satayım. Var ya hiç acımazlar bunlar adama. Herif düşmanla birlik olup bize sıkıyormuş. Yaa, i…enin önde gideniymiş. Adam yaşlı maşlı 30 küsür level imiş. Senin biraz aran vardı galiba onunla di mi? Üzdüm seni biraz ama başın sağ olsun”.

“Senin canın sağ olsun kanka. Dostlar sağ olsun. Ölümden kurtuluş mu var? Sevmedikten sonra ölmemek neye yarar ki bir düşünsene. Sevip de ölmüş ise ne mutlu ona”.

“Olum sen harbiden uçmuşun lan!”

Çarşıya gelince ayrıldılar Murat işe gitmek istemiyordu bugün, çarşıda dolaşıp O’na rast gelme ihtimalini arttırmak istiyordu.

Arada bir telefonunu kontrol ederek sokakları arşınlıyordu Murat. Koşuşturan kalabalıklara yavru kedilere bakar gibi bakarak geçip gidiyordu. Ve karşılaşma yeniden yazıldı hem de en olması gereken yere. Orada o sokağın o diğer noktasında.

“Günaydın”

“Günaydın” dedi Aylin.

“Seni mutlu ve güvende görmek bu sabahın en güzelin olayı.”

“Benim için de seni daha iyileşmiş görmek öyle oldu”

“Ben “sen” mi dedim?”

“Galiba ben de öyle dedim!”

Gülüştüler, çok kısacık.

“Allah dedirtiyor desene”

“Bence de” diye sıcak bir şekilde yanıtladı kız.

“Bu gün ne yapacaksın? Tezgâha mı yine?”

“Yoo canım istemiyor”

“Benim de işe gitmek canım istemiyor”.

“…”

“Kuğulu park açılacakmış aşağı mahallede, beraber gidelim mi?”

“Olur, kuğuları çok severim”

Yürüdüler. Yakınlardı, yarım kulaç kadar. Ama aslında çok daha yakınlardı birbirlerine.

“Anlam veremiyorum. Nasıl olur da senin gibi güzel bir kız öyle yalnızlığa mahkûm edilir bir sokakta?”

Kız ne cevap vereceğini bilemedi. Yüzünde mahcup bir mutluluk vardı.

“Bilmem belki de bir anlamı vardır. ‘Bu gün’ dür aslında bütün anlam".

Kuğular gölette mavi dalgalı zeminde birer rüya imgeleri olarak süzülüyorlardı. Çok mutluydular kuğular. Bir erkek ve bir dişi kuğu önde, arkada bir düzine yavru onları takip ediyorlardı.

Murat onları gösterdi. Kız duygulandı. Murat kuğulara ekmek attı. Kuğular zarafetle yediler ekmekleri. Kışın ortasında sıcak bir kuşluk vaktiydi.

“Annemi kaybettiğimden beri, her şey kötüye gitti. Babamla yapayalnız kaldık bu dünyada.”

Aylin’in sesi çatallandı. Murat hiç kullanmadığı tertemiz mendilini çıkarıp verdi ona.

“Seni anlıyorum. Acını anlıyorum. Ben de on yaşımda öksüz, on beşimde yetim kaldım. Ama tutundum hayata. Mutlu bir geleceğe inanarak. Ve hep inandım ki mutlu ve vicdanen rahat sonlandırdığım bir hayat beni sevdiklerime götürecek ve sonsuza kadar onlarla hep beraber kalacağım. Sen de inanırsan inanıyorum ki sen de annenle beraber olabileceksin sonsuza dek”.

Bu sözler kızın ruhunu kadife eldivenli o güçlü ellere teslim etmişti. Gözyaşları neşeye dönüştü.

“Ne güzel konuşuyorsun. Evet, ben de buna inanmak istiyorum. Artık üzülmek istemiyorum.”

Murat nice zamandır beklediği anın bu olduğuna karar verdi. Cesaretini topladı ve;

“Seni gördüğüm andan itibaren dünya gözümde başkalaştı. Seni gördüm ve vuruldum. Vuruldum ben en derinden. Anladım ki boş hayatımın neşesi ve güzelliği ve tüm anlamı artık karşımda. Henüz yeni tanıştık bile diyemiyorum. Çünkü bana öyle geliyor ki seni yıllardan beri tanıyorum. Hep tanıyorum seni, o güzel rüyalardan…”

Kız büyülenmişti ve büyülü gözlerle bakıyordu oğlana.

“Ben,,be, be, ben ben de seni hatırlıyorum rüyalarımdan”

Eller elleri tuttu. Hiç incitmeden ve hiç bırakmayacakmış gibi.

“Benimle evlenir misin?”

“Evet… Evet… Evet”

Göz göze kilitlenince dünya durdu. Kuğular ve insanlar, dondular. Çıplak ağaçların karlı dalları üstünde bir çiçek pıtırdamıştı. Dudaklar dudaklara değince sabah güneşinin ışıkları soğuğu yok etti.

Bu yıldırım aşkının vuruşuyla sersemledi dünya, sersemledi kış. Birbirlerine sarılmış iki taze beden, ak bulutlara umutla ve yaşamla bakıyordu.

“Seni seviyorum, seni seviyorum”

“Ben de seni, ben de seni seviyorum”

“Gidelim buralardan sevgilim, babanı da alalım ve gidelim. Uzaklara gidelim. Gelecek bizim olsun.”

“Evet gidelim, o da isterse gelsin bizimle.”

“Babanla tanışıklığım var Aylin. Onunla beraber çalışmıştık bir dönem. Ona hep saygı duymuşumdur. Ona söylemeliyiz Aylin. Mutlaka hemen söylemeliyiz”.

“Peki aşkım, hemen babamın yanına gitmeliyim”

“Aşkım, seni seviyorum”

“Seni seviyorum”

Yıllardan beri rüyalarda yaşatılan özlemi gidermekte bedenlerin birbirlerine kenetlenmesi kâfi gelmiyordu. Bedenler birleşip tek bir beden olsa bile bu özlem bastırılamayacaktı sanki. Şelalenin su bulutları hem kuğuları hem onları ıslatıyordu.

* * * *

Yazıhanenin kapısı heyecanlı bir şekilde açıldı. Mahir usta kitabının kaldığı yerini parmağıyla işaretleyip kapıya kaldırdı gözlerini.

“Hoş geldin kızım”

“hoş bulduk babacığım”

“Çok heyecanlı gördüm seni”.

Kız soluklanmak için oturdu. Babasına ümitle bakıyordu.

“Baba sana çok önemli bir şey söylemeliyim”

“Öyle olduğu çok belli” dedi ve sonra piposunu çekmeye devam etti.

“Baba ben aşığım, yıldırım aşkına vuruldum, onu çok seviyorum ve evlenmek istiyorum, ona deliler gibi aşığım, o hep rüyalarımda beklediğim beyaz atlı prensti, bugün her şey doğrulandı. Onunla evlenmek istiyorum babacığım, senin di iznini istiyorum”

Mahir usta, adamlarından birinin önemli bir siyasi haber getirmiş olduğu gibi sakinlikle, sobayı karıştırmak, közünü düzenlemek için ayağı kalktı. Kızına yine şefkatle bakıyordu. Hem karıştırıyor hem konuşuyordu.

“Biliyorsun Aylin, annen öldüğünden beri senin mutluluğun için hiçbir talebini reddetmedim. Tepkisiz kabul ettim. Ederim de. Edeceğim de. Yapacaklarını hep birkaç gün önceden bilirdim. Her halini bilirdim ve bilirim. Çünkü sen benim kızımsın. Canımdan bir parçasın.”

Sobayla işini bitirdi. İskemlesine oturdu. Kedi geri kucağına çıkmak istediyse de kafasını okşayarak küçük minderin üzerine bıraktı onu.

“Buna her şeyi dahil edebileceğim bir saygım hep olacak sana. Ancak bir tek istediğim senin mutluluğun. Senin mutlu olmandan emin olduğun bir yola gitmendir. Tek istediğim budur.”

“Babacığım canım babacığım” diyerek kalktı babasına sarıldı Aylin. Şeker yüzünü onun hafif sakallı yüzüne sürdü doya doya.

“Kim bu müstakbel damadım? Meraklarda kaldım” dedi bilgiç sesiyle babası.

“O benim kalbimin prensi babacığım ve burada girişin yan tarafında bekliyor. Sana sürpriz yaptım. Had arkanı dön ve üstelik gözlerini de kapa.”

Yaşlı adam kızın dediğini yaptı. Kız kapıyı açarak seslendi. Murat şık bir takım elbiseyle çarparak gittiği kapıda belirdi.

“Açabilirsin gözlerini, dönebilirsin babacığım işte kalbimin prensi ve damat adayın!”

Mahir usta kapıda yıldızları ilelebet uyuşmamacasına ayrıldığı bu genç adamı sanki karşısında kendisine hızla çarpmak üzere olan bir taksi olarak gördü bir anlığına. O an hemen geçti.

“Bu mu prensin?”

“E, evet babacım”. Bu ses tonu Aylin’in yüreğine buz koymuş oldu. Buzluktaki buzlardan, içkiye falan konulanlardan. Ve bir tane buzdu o, sadece bir tane.

“Efendim, sizi hep saygıyla takdir ettim. Sizden çok şey öğrendim. Sizden ayrıldım ama sizi hiç unutmadım. Siz nasihatleri dinlenilmesi gereken büyük bir insansınız. Kader bizim yollarımızı ayırsa da kızınızla kaderimiz birmiş. Birbirimizi çok seviyoruz. Birbirimizsiz yapamayacağımızı çok iyi biliyoruz. Evet iş meseleleri bizim yollarımızı ayırdı ama bundan kaçış yok. Ben Aylinsiz yapamam. Allah’ım emriyle onu sizden istiyorum. Onu çok mutlu edeceğime sizi temin ederim. Sizden ayrıldım ama kendi yolumu çizebilmek için. Şimdi biliyorum ki yolum buymuş, kaderim buymuş.”

Kelimeler Murat’ın ağzında böylece bitti. Daha önceden tam bir pratik yapmamıştı bu sözler için. Bu kadere öyle bağlıydı ki her şey akışında, gerçek olmalıydı ona göre.

Mahir usta “peki” , “peki” diye mırıldanarak makam koltuğuna oturdu. Oraya pek sık oturmazdı. Ancak vergi memurları vs. geldiğinde otururdu.

“Kızım sana olan sonsuz sevgimden ve saygımdan, ne karar verirsen ver buna engel olmayacağım, olamam zaten bunu yapamam.

Bu izin meselesine gelince… Fikrimi açık açık sana söyleyeceğim. Yeni bir sefillik yaşayacağın hayata atılmana icazetim olmaz, çalışmayı düstur edinememiş bir adamla hayatını birleştirip, acı çekmene gönlüm razı olmaz.”

“Efendim, bakın onun mutluluğu için ne gerekirse yaparım. Onunla dünyam değişti. Bakın artık para alıp satmıyorum. Kastettiğiniz şey buysa, artık yapmıyorum. Ama o isterse yine yaparım hiç fark etmez. O ne isterse onu yaparım, hiç düşünmeden. Çalışmaktan kaçmam. Bir fırıncıda çalışıyorum şu aralar. Ama benim tek derdim ona ait olmaktır. Yeter ki sizin de izniniz olsun. Bu Aylin için önemli olduğu için benim için de önemli olacak”

“Babacığım hiçbir şey umrumda değil onu seviyorum, onunla evlenmek istiyorum, yeter ki sen de bizimle ol. Yanımızda olmasan da gönlün hep bizimle olsun. Sensiz de yapamam.”

Kız elleri önde avuç içleri babasına bakar halde kendini salmıştı.

“Kızım, bu adam ülkesi için bir fedakârlıkta bulunmaktan çok uzakta olan bir adam. Bugün burada yarın dünyanın herhangi bir yerinde.”

“Çok doğru efendim, dediğiniz şeye hiç bağlanmadım. Ama Aylin isterse her şeye bağlanırım. Onun sevdiği her şeyi seviyorum. Seveceğim de. Onun yanında hiç bir şeyin önemi yok. Olamaz. Dünya’da neresi olursa olsun ölene kadar hep beraber olacağız biz”.

“Sen delikanlı sen” dedi sesi titreyerek koca Mahir Usta. ayağı kalktı yavaşça. Açığa doğru iki adım attı.

“Efendim izin verin size baba diyeyim.” Dedikten sonra ceketinin yakalarını iki eliyle açarak “Bana nasıl dilerseniz öyle davranın, sizden milyonlarca kez özür dilerim. Söylediklerim için de özür dilerim. Her söyleyeceğiniz, her yapacağınız benim için şerbettir. Sakınmam zevkle içerim!” diye yakardı.

“Size ölene kadar yalvarırım bunun için, Aylin için, mutluluğumuz için, yalvarırım”

Mahir Usta durdu, suskun oldu. Kızına döndü. Kızı ona ağlayarak koştu yeniden sarıldı.

“Kızııııım, yavruuuuumm”

“Babam, canım babammm”

Mahir Usta kızının saçlarını sol koynunda okşuyor akan gözyaşları ipek saçlarını yıkıyordu. Aylin de gözyaşlarıyla babasının gri kazağını sırılsıklam etmişlerdi. Yırtıla yırtıla ağlıyorlardı. Çağlayanlar saklanamazdı çünkü.

“Gel” dedi, derken uzatarak ve hırıltılı söyledi.

Murat koştu Mahir ustanın sağ elini öperek diz çöktü, “baba”, “babamsın sen” derken elini bırakmadı.

Bir eli yerdeki damadında, bir eli koynundaki kızının ıslak başında bu ihtiyar adam hala ayaktaydı, ağlıyordu ve gözlerini görmediği bir yere ama baktığı bir yere çivilemiş, titrememeye çalışıyordu.

* * * * *

‘Sevgilim öyle mesudum ki!”

“Oh Aylin, aşkım seni seviyorum!”

Ele ele tutuşmuş yürüyorlardı yeni savaş rüzgarlarıyla çırpınan şehrin içinde. Bir tek onlardı çırpınmayan. Bir tek onalardı ayakları yerde olmayan.

Yolda Ufuk’a denk geldiler. Murat sevdiği kadını tanıştırdı ona. O da tebrik etti onları. Sonra kendi yoluna doğru yürüdü gitti.
Murat dedi ki Aylin’e;

“Sevgilim çıkıp gidelim buralardan”.

“Bilmem yapabilir miyiz? Zor olmaz mı? Hem ülkemizi bırakamayız ki?”

“Aylin, yavrum, canım benim, gitmeliyiz buralardan. Gitmeliyiz savaşların, darbelerin ve çekişmelerin olmadığı o güzel tropikal adalara. Açık mavi denize karşı beyaz kumsallarda ananasımızı yediğimizi düşün. Ben hamakta uyuyorum, sen bana bir kokteyl getiriyorsun ve ılık, ıpılık bir rüzgar esiyor. Sevişiyoruz yavrum”

“Ohhh,, Murat”

“Gel gidelim buralardan bugün dersen bugün, yarın dersen yarın. İki tane q5 biletle uçalım Brezilya’ya, Endonezya’ya, Havai’ye… Sen neresini istersen oraya.”

Yürürlerken kavga eden insanlar gördüler yolda. Küfürlerin biri iniyor biri kalkıyordu tekme tokatlarla.

“Bu ülke yaşanmaya değmez. Bu ülkede gelecek kurmak, yavrular dünyaya getirmek bir kötülük olur. Bak sevgilim başkanlık için yeni kavgalara tutuşuluyor. Her Allah’ın günü bu böyle. Bir haftada beş kere darbe yapıldı, insanlar asıldı, zindanlara atıldılar niceleri. Ama buna rağmen ne savaşlar bitti ne darbeler ne bozgunlar. Haftada bir toprak alıp kaybediyorlar. Burada huzuru bulamayız sevgilim, gel gidelim buralardan, çok uzaklara…”

“Oh Murat’ım, aşkım. Sen nasıl istersen öyle olsun”

Kız oğlanın beline sarılmış, batan güneşi tüm kızıllığıyla izliyorlardı. Kış güneşinin açık gökyüzündeki batışı hiçbir şeye benzemiyordu.

* * * *

“Babacığım babacığım biz geldik”

Yazıhanede kimseler yoktu. Soba yanmıyordu bile.

Ekmen diye bir işçi çıktı madenden, seslendi ikisine;

“Aylin hanım, babanız savaşa gitti.”

“Ne savaşı ya?” dedi Murat.

“Haberiniz yok mu? Elimizde kalan son bölgeye Yunanlılar saldırmış. Cephede kıyamet kopuyor. Herkes ya kaçıp canını kurtarıyor ya da savaşa gidiyor.”

“Oh baba, babacığım naaptın?”

“Valla, ben de gidecem ya herro ya merro. Yetti canıma bu esaret panpalar, kalın sağlıcakla” dedi ve soyunma odasına doğru gitti Ekmen.

Tekrar yazıhaneye girdiler. Aylin hemen masanın üzerine baktı, bir şeyler olmalıydı. Bulmalıydı; bir ‘neden’. Ve hemen, Yaşlı adam ve Deniz’in üstünde bulunan dörde katlanmış beyaz a4 kâğıdı eline aldı. Açmadı iki eliyle göğsünde tuttu biraz. Okuyacaktı birazdan, yeterince hazırlandığında. Karşısındaki duvarı kaplayan kumaş panoya bakıyordu boş boş.

Murat arka çaprazından yaklaştı Aylin’e belinden tuttu iki eliyle;

“Nen var yavrum? Neden okumuyorsun?”

Aylin kendine geldi, mektubu hiç incitmeden özenle açtı. Murat’ın zar zor duyacağı bir şekilde okumaya başladı.

“…Kızım, sevgili yavrum, Aylinim;

Senin mutluluğunu bir gün mutlaka göreceğime hep inanıyordum. İnanıyorum ki o adam seni çok mutlu edecek. Çok mutlu olacaksınız.

Hayatımı istikbaline adamaktan hiç sıkıntı duymadım, bundan hep büyük bir mutluluk duydum. Ve şimdi daha mutluyum ki senin en büyük sevincini gözlerinin ışıltısında gördüm. Artık seni istikbalinin mutlu sularına bırakıyorum. Sen çok güzel bir yerde olacaksın, biliyorum. Görüyorum. Artık benim senin için olan bir görevim bitti ancak bil ki sonsuza dek senin babanım.

Sizin üzerinizde mutlu ve güvenli bir şekilde yaşayacağınız bir vatanı kurtarmaya gitmem lazım şimdi. Gideceğim ve dönebilirsem düğününüzde senle dans edeceğim, olur ya dönemezsem eğer o zaman yukarda söyledikleri geçerlidir.

Sağlıcakla kal. Önce Tanrı’ya sonra eşine emanet ol. Seni seven baban”

“Baba” diyebildi ancak Aylin.

“Merak etme yavrum mutlaka sağ salim dönecektir.”

Kız cama, perdelere doğru gitti, sırtını döndü, kafasını yere doğru hızla ve hüzünle çevirerek;

“Ya dönmezse! Aman Allah’ım düşünmek bile istemiyorum!” dedi.

“Merak etme yavrum. Ben savunma bakanlığına derhal gider, gerekirse savaş meydanından kurtarırım onu”

Aylin sevinçle döndü ona;

“Ben de seninle geleceğim” dedi.

“Nayır yavrum. Sen eve git ve beni bekle. Sokaklarda başına kötü bir şey gelsin nistemem”.


* * * *


İki genç âşık şehir meydanına geldiler. Bir kalabalık vardı. E republik te kalabalıklar hiç hayra alamet değildi.

Bir çığırtkanın elindeki listeden sırayla isimler okuduğunu ve etrafındaki kalabalığın da onu can kulağıyla dinlediğini gördü ikisi de. Yaklaştılar. Murat Aylin’i belinden sarmış, beraber kalabalığa yaklaşıyorlardı. Çığırtkan savaşta ölenlerin isimlerini okuyordu.

“Çılgın kedi!”

“Mikaka mikoko!”

“Karamurat”

“Bayzo”

Onbaşı rütbeli çığırtkan sayfayı çevirdi.

“Mahir SİYAH!”

Zaman ve mekân, karardı birden. Tiz ve sürekli bir ses, tek sesti artık. Aylin’in yirmi küsür yıldır hiç durmadan kan pompalayan kalbi biraz yavaşladı. Damarlara olan baskı azalıyordu böylece. Buna tıpta tansiyon diyorlardı. O neşeli kalp şimdi daha seyrek vuruyordu. Biraz daha yavaş ve biraz daha yumuşak. Biraz daha, biraz daha… Ekran iyice karardı…

“Sevgilim sevgilim” diye yalvararak seslenen ve yüzüne kolonyayla vuran sevgilisi Murat’ı gördü genç kız.

Biraz kendine geldikten sonra ağlamaya başladı.

“Babaaaam. Canım babaaaam. Beni bırakıp nerelere gidersin. Allah’ımmm… Muraaaat. Onu öldürdüler Muraaat!”

Murat müstakbel eşini kucaklayıp evine götürdü. Sıcak su ve pansumanlık şeyler hazırladı.

“Yavrum, Aylin’im. Alçak düşman babamızı öldürdü. Ama keşke gitmeseydi. Bu savaş acımasız, bu savaş kirli. Ona, babamıza bu kadar yakınlaşmışken kader onu bizden aldı. Böyle kadere lahnet olsun.

Yavrum düşman çok yakınımızda, adım adım geliyor. Kazanırlar da gelirlerse eğer bu sefer daha sinirli ve acımasız olacaklar. Bizi de öldürebilirler yavrum. Sana bir şey yaparlarsa ben buna dayanamam. Yaşayamam ben. Buna izin veremem. Hemen biletleri alacağım ve buradan kaçacağız yavrum. Babamızın naşını devriyeler illaki kaldırır ve defnederler, o zaman tekrar geliriz.”

“ Ona gitmeliyim Murat. Onu son kez görmeliyim”

“Yavrum. Babamız öldü. Bunun bir anlamı olmaz.”

“İntikamını alacağım Murat, babamı öldürenler bunun hesabını verecekler”

“Aylin bu bir savaş, pis ve kirli bir savaş. Özel bir katil yok bunda. O bizim ölmememiz için öldü. Ve biz de ölmeyeceğiz. Gideceğiz.”

“Biz de savaşalım Murat. Biz de !”

“Bunun bir anlamı yok yavrum. Sana bir şey olmasına izin veremem. Bizimkiler şu saat itibariyle yenilmek üzerelerdir zaten.”

“Murat oraya gitmek istiyorum. Savaşa, düşmana!”

Top sesleri evin içinde duyulabiliyordu artık.

“Yavrum savaş meydanı çok acımasız bir yerdir. Orada sadece ölüm var. Bak fazla vaktimiz yok. Sen burada beni bekle ben biletleri alıp, hemen rezervasyonları yaptırıp geliyorum”.

Murat eve geldi, top gümlemeleriyle beraber çıtırtı şeklinde makineli tüfek sesleri ortalığı kavuruyordu. Muhtemelen düşman şehrin yakınındaki kel tepenin ardına kadar gelmişti.

Murat valizi sürükleyerek salona kadar geldi. Seslendi;

“Aylin yavrum hadi gidiyoruz. Ufuk arabayla bizi kapıda bekliyor.”

Ses gelmedi. Silah sesleri ise net birşekilde gelmeye devam ediyordu. Odalara baktı. Aylin bir hatıranın başında olabilirdi. Diğer odanın kapısını dalarak açtı Murat.

“Aylin!”

Aylin odada yoktu. Tekrar salona geçti. Islık sesi duydu Murat. Hemen eğildi. Bahçeden korkunç bir gürültü duydu. Birkaç cam kırıldı perdeler havalandı. Bahçeye bir havan mermisi düşmüştü.

Hemen sehpanın üstündeki kağıda ilişti gözleri. Emekleyerek gitti aldı.

* * * * *

Okumaya başladı, kağıt bir türlü ellerinde durmuyordu. Kıpraştıkça kıpraşıyordu.

“…Murat aşkım, sen gelmesen de ben babamın intikamını almaya gidiyorum. Dönemezsem beni affet. Bunu yapmak zorundayım…Seni seviyorum ve hep seveceğim”.

Halının üzerinde öylece kalakalmışken Murat, Ufuk içeri deli girdi.

“Abi nerde kaldınız az daha havaya uçuyodum. İ…ler 12lik atıyolar. bahçede krater var bir tane. Abi? Yenge nerde?”

“…”

“Murat, hoo abi neler oluyor?”

“Ben de gidiyorum”

“Nereye abi nereye?”

Murat adeta bir robota dönüşmüştü artık. Suratı bir maske gibiydi.

“Onu alacağım oradan”

Bahçe girişinde Ufuk arkasından seslendiyse de Murat yürüyüş hızını bozmadan uzaklaşıyordu. Bir ıslık daha duyuldu. Patlamayla beraber asfalt parçaları her yöne fırladı. Ufuk hemen arabaya bindi gazladı.

Murat ise bağırarak koşuyordu;

“AYLİİİİİİİİİİN”


* * * * *

Başkomutan General Atlı İlker, dürbününü indirdi ve küfrede küfrede bağırdı;

“Hay anasını avradını… Şunlara kaç kere dedik ya toplu vurun kardeşim, topluuu”

Yanındaki bol yıldızlı kurmaylar şimdilik suskunluklarını muhafaza ediyorlardı. Kurmaylarından biri olan General Ercüment’ten telsizi istedi;

“Versene şunu… Ver, neydi bunların başındaki eleman ?”

General Ercüment telsizi başkomutanın sinirden titreyen ellerine teslim ederken soğukkanlılıkla cevap verdi;

“ Afet Baba, komutanım”

General Atlı İlker dürbünle tekrar çatışma bölgelerinden birine odaklandı, diğer eliyle de mandalına basıp azarlamaya başladı;

“Komkom taburu komutanı Afet, ben general İlker”

Dürbünün ikiz kadrajında, palanks düzenindeki Yunan lejyonerlerine yalınkılıç askerleriyle beraber dalan ihtiyar posbıyıklı adam vardı, savaşmayı kesmeden anonsa cevap verdi;

“Emret Komutanım”

“Kardeşiiiiiim, özürlü müsün sen ya? Sabahtan beri burada bi tarafımı yırtıyorum. Toplu vurmak nedir bilmez misin sen ya?”

“Komtanım…”

“Ya ben buradan görüyorum, yirmi askerini kaybettin arkada haberin var mı? Sen dahil herkes başına buyruk taburunda.”

“Gomtanım, biz böyle alışmışız böyle gideriz. Dediğiniz gibi yaptıramıyom askere ben.”

“Lan Ali babanın tekkesi mi burası? Savaştayız savaşta. Güreşçi misiniz siz? Nerde sizin silahlarınız, niye süngüyle gidiyosunuz?”

“Komutanım ordu silah veremedi. Elimizdekiler de bitti.”

Tam o sırada çadırın tam önüne bir havan korukunç bir şekilde düştü. Patlamanın şiddetiyle çadır girişindeki nöbetçiler buhar oldular. Generaller sandalyelerle yerlere, toprağa savruldular. Haritalar kısmen uçuştu. General Ercü yere düşenleri toparlamaya çalıştı. Başkomutan hemen ayağı kalktı General Varlo’ya çattı.

“Nediyo bu yarbay? Hey Varlo?”

General Varlo gözlerini masadaki haritadan kaldırmadan cevap verdi;

“Komutanım! yarbay doğru söylüyor. Ordu olarak savaşa silah desteği olmadan çıktık.”

Diğer bir general dürbününü indirdi ve o da söze girdi;

“ Komutanım, gıda desteğimiz de çok zayıftı. Birliklerimizin bir kısmı çözülerek, sırf gıda temin etmek için savaş meydanından çekiliyorlar”

General İlker Atlı hemen kendi de görmek için dürbününe sarıldı gerçekten bir savaş grubu kıtalar halinde aç ve perişan halde çözülüyordu.

“Hay a…..a. kk..ımmm Hay anasının yedi…….c…….s….k.k…….”

Tüm generaller yeniden sustular hepsinin boyunları önlerine eğikti. On saniye boyunca hepsi savaşı dinlediler. Sonra başkomutan yine sormaya başladı.

“Tanklar? Tankçılar?”

“Komutanım tankçılar demişken, doğru düzgün tank üretemedik. Rank terfiinde, level terfinde use ları hemen bitiyor. Kireç tepenin 7 istikametinde 500 metrede 20-30 adam var doğrudan bana bağlılar”

“E neyi bekliyolar ya? Savaşın bitmesine kalmış şurda yirmi dakka?”

“Hayvanı bekliyoruz komtanım.”

Başkomutan biraz yatıştı. “Ha tamam o zaman, tekrar anons et hazır olsunlar. Bunun telafisi olmaz. Şehir düşmek üzere. Şehir düştü mü bölge de düşer” dedi sonra sağ koluna döndü;

“Endonezyalı müttefiklerimizden kaç tank Stok?”

General Stok anında polifonik bir sesle yanıtladı;

“8 tank endonezyadan ayrıca 3 tane de brezilyalı dostlarımızdan komutanım”

Başkomutanın terli suratı gülüyordu;

“Ohhh, inşallah işler yolunda gidecek. Stok biliyorsun str en çok iyi ve canavar gözükünce a_w_p ye davranacaksın. Direkt gözüne! Son umudumuz sensin. Orduda bu görevi, bu atışı yapabilecek hiçbir asker yok. Hatta sen silahını al ve yerine geç. İyice de kamufle olursun artık. Biz burada son plana başlayacağız”

“Yessss mastırrrrr” dedi, kapüşonunu indirdi ve awpsi ile çadırdan uzaklaştı General Stok.

Hepsi haritanın başına toplandılar.

“Komutanım şimdi son onbeş dakka kaldı. Kireç tepenin arkasından çıkar bu hayvan.”

“Tamam, komkomlara, antulara felan anons edin; savaşarak geri çekilsinler menziline girmesinler.”

“Emredersiniz komtanım”

“Şuradan iki istikametine yetişir mi obüs? Pergeli versene bi”

“Emredersiniz komtanım”

Hesaplamaları, kitaplamaları devam ederken kum tepelerini, göğü, insanların yüreğini titreten bir cayırdama duydular. Hepsi dürbünleri ellerine alıp kireçtepeye baktılar.

Egzos!!!! O korkunç ejderha! Yüz adam boyuyla yine belirmişti savaş meydanında. Komutanların ağzından fısıltılı küfürler döküldü.

“Telsizi ver lan çabuk, ver”

“Tüm kıtalar- konuşan başkomutan… Emrimle beraber toplu halde ateş edecekler, cevap vermeye gerek yok.”

“Müttfikler pozisyon aldınız mı?”

“Olumlu komutan!”

“Tabur komkom, cephane temin ettiniz mi?”

“Olumlu komtanımmmmmm!”

Ejderha Egzos, hareket ettikçe, ayaklarını her yere basışta, ufak çaplı depremler oluyor, bu da askerin moralini alt üst ediyordu. Her yanı gibi çirkin olan kanatlarını oynattıkça tüm savaş meydanında buz gibi poyrazlar esiyor, ağzından alevler çıkartınca da dost düşman herkesi ısıtıyordu.

“Birlikler hazııııııır” dedi General İlker ve fırsatını bulduğunu düşündüğü an bağırdı telsizden;

“Birlikler ŞİMDİİİİİİİİİ!”

Bu emirle beraber tüm kıtlara tankla, obüsle, tüfekle, topla yaratığa ateş etmeye başladılar. Yaratık yaralanmıştı. İnlemesi yeri göğü hiç acımadan yırtıyordu. Ön saflardaki bölükler sağır oldular bu şiddetli sesten. Askerlerin çoğu iki eliyle kulaklarını tutarak yerde karıncalar gibi kıvranıyorlardı.

Özellikle 7 istikametinden saldırıya geçen müttefik tanklar yaratığı çok yaraladılar. Yaratığın yaralandığı elli yüz metre yükseklikteki vücut deliklerinden goldlar yerlere düşüyordu. Goldlar bazen kimi miğfersiz askerlerin kafalarına düşüyor oracıkta can veriyorlardı bu yüzden.

Yunan genelkurmayı tüm ordusunu geri plana çekmiş gelişmeleri dikkatle takip ediyorlardı. Eğer savaşı kazansalar bile Egzos ölecek olursa, bu onların sonu demekti. Çünkü halkın bir kısmı bu ejderhaya tapıyor, barış zamanlarında gold olarak yaptığı kakasından bir miktar alabilmek için birbirleriyle mücadele ediyorlardı.

Yunan general trikopise göre o; altın yumurtlayan tavuk değil, bilakis altın s…an kocaman bir kertenkeleydi. O, barışın ve zaferlerin teminatıydı!

Bu gönül rahatlığıyla bir puro yaktı, yanındaki misafir Megalondaros’a da bir tane uzattı fakat o kullanmıyordu.

Türk çadırındaki dürbünlerden görünen manzara ise hiç iç açıcı değildi. Egzos önden gelen kıtaları ağzıyla cayır cayır yakıyor, arkasından saldırmaya çalışanları ise kah kuyruğuyla fırlatıyor, kah osuruğuyla bayıltıp öldürüyordu. Yaralanmıştı fakat hala hayattaydı ortalıkta pek Türk askeri kalmamıştı, köşe bucaktan tek tük biksi sesleri duyuluyordu. Yaratık ise bunlara aldırış etmiyor zaten stratosferde olan başını yukarıya kaldırıp korkunç ve çirkin sesiyle bağırıyordu.

“Hay lahnet olsun” dedi General İlker, ortalığı kolaçan ederken pompalı tüfekli bir bayanın(!) ejdarhaya doğru ateş ederek koştuğunu gördü.

“Benim gördüğümü siz de görüyor musunuz?”

“Evet komutanım” dediler ağızları açık bir şekilde ve izlemeye devam ettiler. Tam o sırada çadıra kan ter içerisinde biri girdi. Bu kişi; genç işçi Murat’tan başkası değildi. Nefes bile alamadan hırıldayarak;

“Hey, homtanm”

Kurmaylar dürbünlerini indirdiler ve ona baktılar. General İlker konuştu.

“Evet, asker! Ne istiyorsun söyle. Mesaj mı getirdin?”
Murat ellerini dizlerine koydu yeterince nefes aldıktan sonra doğruldu. Ve eli belinde aceleyle konuşmaya başladı;

“Efendim ben orduya kayıtlı değilim. Ben eşimi arıyorum. Biz balayına gidecektik, daha nikâhımızı bile kıymamıştık. Savaşa gelmiş, onu bırakmazdım ama boşluktan fırsat bilip savaşa gitti. Babasının intikamını almak için. Babası Mahir SİYAH. Kayıtlarınızdan belki çıkar. Kızının adı da Aylin. Gördünüz mü onu bilginiz var mı? Lütfen efendim size yalvarırım!”

General İlker Atlı, davudi bir ses tonuyla bu muhtaç gence cevap verdi. Ona yardım etmek istiyordu.

“Bak evladım, saatlerdir buradayız. Ve bu savaşta gördüğümüz tek bayan biraz önce gördüğümüz bayandır. Elimizde kayıt mayıt da yok. Bu gördüğümüz senin karın mı bilemiyoruz.”

“Hani nerde efendim? Lütfen gösteri onu bana”

“Gel buraya” diyerek yanına çağırdı.

Dürbünü Murat’ın eline verdi. Murat canavara doğru baktı. Zoomladı. Canavar birisini kuyruğuyla yakalamıştı Ağzının önün kadar getirmiş yemek üzereydi. Ve tuttuğu bu insanı kocaman kırmızı gözleriyle inceliyordu.”

“O mu?” dedi general.

Murat biraz daha zoomladı. Ve;

“Ayliiiiinnn, aman Allah’ım, Aylin’immmmm” diye çığlık attı Murat. Dürbünü attı iki eliyle kafasını tuttu. Yüzü yamuldu gitti.

“Ona gitmeliyim koumtanım, lütfen yalvarırım ağabeyler lütfen!”

Başkomutan bir işaret yaptı. General Ercüment masaya anahtarları fırlattı.

“Jip dışarıda yiğidim, arka tarafında envai çeşit silah var, gazan mübarek olsun” dedi.

Yaratık Egzos