[Sanayileşmenin Gizli Tarihi] Serbest Ticaretleştiremediklerimizden Misiniz?

Day 2,959, 09:31 Published in Turkey Turkey by acabay

Serbest Ticaretleştiremediklerimizden Misiniz?



Tarih bilimine olduğu gibi iktisat tarihine de önem vermeyen bir millet ve özelinde iktisatçılar olarak, daha çok hazırda olan ile ilgilendiğimiz için Cambridge Üniversitesi Ekonomi Fakültesi’nde Kore kalkınma iktisatçısı olarak görevine devam eden Doç. Dr. Ha-Joon Chang’in Aralık 2008’de yayımladığı Bad Samaritans: The Myth of Free Trade and The Secret History of Capitalism yani; Kötü Samiriyeliler: Serbest Ticaret Söylencesi ve Kapitalizmin Gizli Tarihi adlı kitabını Türkçe dilmaçlığını yapan İzmir Üniversitesi İİBF İşletme Bölümü Başkanı Doç. Dr. Emin Akçaoğlu dilimize “Sanayileşmenin Gizli Tarihi” adı ile kazandırmıştır. Akçaoğlu’nun bu adı kullanmasının nedeni kapitalist argümanların gelişmişlikte sanayi ürünlerinin payının büyük olmasından kaynaklanıyor olmasıdır.

Kitabın içeriğine geçmeden önce bölümlerini sıralamakta yarar olduğunu düşünüyorum. Kitap sırasıyla çevirmenin Ön Sözü, Prolog, Yeniden Lexus ve zeytin ağacı, Daniel Defoe’nin ikili yaşamı, Altı yaşındaki oğlum bir iş bulmalı, Finlandiyalı ve fil, İnsan insanı sömürür, 1997 Windows 98, İmkansız görev, Endonezya’ya karşı Zaire, Tembel Japonlar ve hırsız Almanlar ve son olarak Epilog bölümüyle son bulmaktadır.

Prolog bölümünde yazar George Orwell’ın 1984 romanına atıf yaparak başlamış gibi görünüyor. Şimdinin yoksul bırakılmış ülkesi, bu ifadeyi kullanmak yanlış olmaz çünkü Portekiz sömürüsünden bağımsızlığını kazanmıştır, Mozabik’i 2061 yılında hidrojen yakıt teknolojisini geliştirerek enerji piyasasında bir devrimi gerçekleştirdiği ütopyasıyla okuyucuların ilgisini bu noktaya çekiyor ve ekliyor, Mozambik bundan 53 yıl sonra bu teknolojiyi geliştirmede başarılı olabilir mi olmaz mı bu bir fanteziyken, anavatanı Güney Kore’nin sanayileşmesindeki süreçleri sıralıyor. Bu bölümü sonlandırırken Chang’in dikkat çekmek istediği nokta gelişmişlik seviyesine ulaşabilmenin yolunu serbest ticarete dayalı olduğunu söyleyen Kötü Samiriyeliler, kendi gelişim tarihlerinde korumacılık ve gümrük tarifelerinin yüksekliğinden hiç bahsetmediklerini dile getiriyor. Ayrıca Güney Kore’nin gelişim tarihinde yaşadığı bir hususu söylemeden geçemeyeceğim; “Ülke devlet mülkiyeti konusundaki ideolojik olmaktan ziyade pragmatik bir tavır sahibi olmasına rağmen, kamu iktisadî teşebbüsleri (en iyi örneği çelik imalatçısı POSCO) bazı büyük projeleri doğrudan üstlendi.”(1) Bizdeyse bu durumun tam tersi mevzu bahis olmaktadır. Kardemir-Karabük Demir Çelik fabrikası cumhuriyet tarihinin en çok cirosunu elde etmesine rağmen özelleştirmeden kaçamamıştır.


Yeniden Lexsus ve zeytin ağacı bölümüne geldiğimizde ise bizleri Güney Kore’nin komşusu Jopanya’nın bugünün otomobil devi Toyota ve Lexsus ile karşılıyor. Bu bölümde anlattıkları Kötü Samiriyelilerin öğütlerine uymayan serbest ticaretleşmek yerine yerli ve milli sanayileri korumacı ve sübvanse yaklaşımıyla planlamaların sayesinde bugünlere nasıl taşıdığını gözler önüne seriyor. Japonya öncelikle 1939 yılında General Motors ve Ford’u kapı dışarı ettiğini ve 1946’da Japon Merkez Bankası parasıyla iflasın eşiğinden nasıl kurtardığını tüm gerçekliğiyle ortaya koyuyor. Toyota’nın Amerikan pazarına ilk sunduğu arabanın (Toyotapet) pek de rağbet görmediğini fakat sübvansiyonların ve korumacılığın sayesinde tabiî ki birazda taklitçiğin getirisiyle Amerikan pazarına Lexsus adıyla girişini, pazardan önemli pay elde edişini bildiriyor. Japonya, Kötü Samiriyelilerin öğütlerini kulak arkası etmeseydi de ekonomisini serbest hale getirip liberilizasyona uğratsaydı, bugün Lexsus diye bir markanın adını anmak bir yana kalsın Toyota ancak Ford’un veya General Motors’un ara mallarını üretiyor olabilirdi. Çünkü tüm iktidar sahiplerinin olduğu gibi sermayedar sınıfının da karşısında bir rakip görmek istemez.


Bizde ise bu duruma ancak Cemal Gürsel’in devrim arabalarının sergilenme gününde “Garp kafasıyla otomobil yaptık, fakat şark kafasıyla içerisine benzin koymayı unuttuk” sözüne şahit olmakla yetinebiliyoruz. Yöneticilerin/yönetimlerin siyasi ideolojilerini ve çıkar unsurlarını bir yana bırakıp kalkınmanın gerekliliğini kılacak öğelerden ve öngörüşten uzak olmasının acı olmasına karşılık bir kanıtıdır bu sözler. Sahici bir sarsıntı sahte bir dengeden daha iyidir.


Bir diğer önemli konu dünya ekonomisini kim yönetiyor sorusunu akıllara getiriyor. Yazarın Kötü Samiriyeliler olarak adlandırdığı gelişmiş ülkelerin bir araya gelerek kutsal olmayan 3’lü ittifaktan bahsetmemiz gerekir. IMF (International Monetary Fund- Uluslar arası Para Fonu), Dünya Bankası ve Dünya Ticaret örgütünden oluşmaktadır. Bretton Woods kuruluşları olarak da anılırlar. Kutsal olmayan 3’lü ittifakın sırasıyla görev alanlarından bahsedelim.


IMF’nin görev kapsamı; küresel finansal düzeni takip etmek, borsa, döviz kurları, ödeme planları gibi konularda denetim ve organizasyon yapmak, aynı zamanda teknik ve finansal destek sağlamak gibi görevleri bulunan uluslararası bir organizasyondur. Yani finansal krizde bulunan ülkelerin ticaret anlaşmalarına veya iflasın eşiğindeki finansal kurumların devlet eliyle kurtarılmasını etik olarak görülmemesi değildir, görev alanları tam da yukarıdaki gibi tanımlanmıştır. Bu serzenişte bulunmamın nedeni 2000 yılındaki ülkemizde atlatmak zorunda kaldığı finansal krizi bire bir yaşamamdan kaynaklanmaktadır. Erk sahiplerinin, 1946’da Jopanların yaptıklarını yani batmakta olan bir işletmenin devlet eliyle kurtarılamamasına duyduğum öfkenin bir yansımasıdır. 2000’de gerçekleşen finansal krizin neticesinde bankalar likidite dar boğazına girmiş, mudilerin istedikleri karşılık bulamamış ve iflaslarını vermişlerdir. İflas ettikten sonra devreye ancak TMSF (Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu) girmiş ve neticesinde “Demirbank” uluslar arası İngiliz bankası ‘HSBC’ye satılmakla son bulmuştur. Yapılması gereken Kötü Samiriyelilerin öğütlerini dinlemek değil, asıl yapılması gereken yerleşik ülkenin menfaatlerini koruyucu önlemler alınmasıdır.


Dünya Bankasına gelince; Yeniden Yapılanma ve Kalkınma Bankası (IBRD-International Bank for Reconstruction and Development) adıyla kurulmuş, 1947’de Birleşmiş Milletler’in özerk uzman kuruluşlarının biri haline gelmiştir. Kurulmasındaki temel amaç 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yıkılmış olan şehirlerin tekrar inşasını sağlamakta sıfır faizli uzun vadeli kredi sağlamaktır. Ne yazık ki bu iki kuruluşun bugün geldiği noktada kredi verilen ülkenin ekonomik sahasının dışında, siyasal, sosyal, demografik yapısının da ekonomik yapısını etkilediğini öne sürmektedir.


“IMF’de en önemli 18 alandaki kararlar %85 çoğunluk gerektirir. ABD’nin sahip olduğu pay oranı %17,35’tir. Dolayısıyla, ABD hoşuna gitmeyen herhangi bir teklifi tek taraflı olarak veto edebilir. Bir öneriyi bloke edebilmek için ABD’den sonraki en büyük dört hissedarın (%6.22 ile Japonya, %6.08 ile Almanya, her biri %5.02 ile olmak üzere İngiltere ve Fransa’nın) en az üçüne ihtiyaç vardır. Ayrıca %70 çoğunluk gerektiren 21 konu vardır. Bunun anlamı, bu konulara ilişkin herhangi bir teklifin yukarıda anılan beş hissedar tarafından birlikte engellenebileceğidir.”(2)


Dünya Ticaret Örgütü (World Trade Organization); çok taraflı ticaret sisteminin yasal ve kurumsal organıdır. WTO, hükümetlerin iç ticaret yasalarını ve düzenlemelerini nasıl yapacakları hususunda yasal bir çerçeve ortaya koymaktadır ve toplu görüşmeler ve müzakereler yoluyla ülkeler arasında ticari ilişkilerin geliştirildiği bir platformdur. Aymazlıkta gelinen son nokta Dünya Ticaret Örgütü olmuştur. Görev tanımından da çıkartılabileceği gibi yurtiçi veya uluslar arası ticaret yapmak isteyen ülkelerin ticaret koşullarına doğrudan müdahalede bulunabilecek vesayet yapısının uluslararasılaştırılmış kurumudur. Kötü Samiriyeliler serbest ticareti bu denli kendi lehlerine çevirmişken gelişmekte olan ülkelerin manevra sahasını genişletecek ne olabilir diye soralım kendimize daha sonrasında cevabını vereceğim.


Bir diğer bölüm olan Daniel Defoe’nin ikili yaşamından ziyade ilk akla gelen Robinson Crusoe’nun yazı olmasıdır. Yazar romanda batılı sömürge tarihi ve felsefesini anlatır. Defoe hakkında bilmediğimiz ise bir iktisatçı ve casus oluşudur. 1728’de yayımladığı İngiliz Ticaretinin Bir Planı (A Plan of the English Commerce) Tudor döneminin sanayi politikası hakkında bilgi sunmaktadır. Öyle ki İngilizlerin yün üreticiliğinden yünlü mamül üreticiliğine nasıl geçtiklerini sıralar. Bunları yaparken gönüllü ihracat yasakları, ham yün üzerindeki vergi oranlarını arttırılışını ve uzman işgücünü diğer ülkelerden kral adına kaçırttığını yazmıştır. İhracat üzerine koyulan yasaklamalar ve yüksek ihracat vergileri hammadde gereksinimi duyan uzman ülkelerde felakete yol açarken İngiltere ürettikleri hammaddenin nasıl işleneceğini çoktan öğrenmiştir. Bu olayı bize entegre ettiğimizde “Bor madeni” rezervi yönünden dünya birincisi olmamıza karşılık, biz çıkartırız üzerinde hiçbir işlem gerçekleştirmeden yurt dışına satarız. En kolay yol olarak bor bize tekrar deterjan olarak geri döner. Aynı durum fındık için de geçerlidir. Dünyanın rekolte bakımından en büyük üreticisi olan Türkiye, fındığı dalından toplar, Amerika’ya yollar. Amerika da gerisin geriye “Nutella” olarak geri gönderir.


Peki Amerika’da da işler böyle miydi? Yani İngitere’nin sömürüsü altında kalırken? Bu sorunun cevabı kesinlikle, hayır. Amerika’nın Gizli Tarihi belgeselinde anlatılıyordu bahsedeceğim olay ki şöyle: Amerika sömürü devleti olması sebebiyle doğrudan ithal etmeye hakkı yoktur. Çay, bir diğer sömürü bölgesinde Seylan’da toplanır gemilerle İngiltere’ye gelir ve İngiliz Hükümetinin kararı doğrultusunda diğer sömürü ülkeler tarafından ithal edilirmiş. Amerika’nın İngiliz hükümetinden talep ettiği çaylar limana gemilerle yanaşmıştır fakat çaydaki vergi oranı beklenenin biraz üzerindedir. Amerikan halkı bu durumu protesto ederek limanda demirlemiş gemilerde bekleyen çayı vergi yüksekliği nedeniyle çürümeye terk etmiştir. Bu protestonun ardından Amerikan halkı alışkanlıklarını değiştirerek, yani çaydan vazgeçerek kahveye yöneliyor. Kahveye yönelmesinin nedeniyse anavatanının Orta Amerika’da olmasından kaynaklanmaktadır. Bu sebepten dolayıdır ki Amerika kıtasında çay tüketme oranı Kıta Avrupası’na özellikle İngiltere’ye göre çok düşüktür.


Bu bölümde sanayileşmede düstur olarak kabul edilen “Bebek endüstriler tezi”nden bahsetmeden geçilmemesi kanaatindeyim. Bilinenin aksine bebek endüstriler tezi Frederich List’in değil Alexander Hamilton tarafından ilk defa tez haline getirilmiş ve Hamilton tarafından ‘Bebek endüstriler’ terimi icat edilmiştir. List bu tezi geliştirenler arasında yer almaktadır. Bebek endüstriler tezini tanımlamak gerekirse; “başlangıç döneminde bulunan endüstrilerini’ yabancı rekabetten korumalı ve bunları kendi ayakları üzerinde durabilecekleri noktaya kadar destek vermelidir.”(3)


Kitabın 94. sayfasına eleştiri getirmem gerekiyor. Çeviriden mi kaynaklanıyor bunu bilmemekle birlikte ‘faşizm’ kelimesinin yanlış anlamda kullanılması dikkatimi çekti. Faşist; İtalyan Milliyetçilerinin kendilerine verdiği ad iken; faşizm ise bunların aksiyon hâli, ekolü veya ideolojisi olarak adlandırabiliriz. Fakat ülkemizde kendinden olmayan, kendi gibi düşünmeyen herkese ve her şeye karşı ‘faşist’ ithamında bulunulması genel kabul görmüş algı veya hafif ifadeyle bilgisizlik olarak addediyorum.


1911’den sonra eşitsiz anlaşmaların yürürlükten kalkmasına rağmen Japonya tarifelerini ancak %30’lara kadar yükseltmiştir. ABD’nin tarifeleriyle kıyaslandığında bu durum “devede kulak olarak kalmaktadır. ABD’nin serbest ekonomi savunucusu olmasına karşılık 1973’e kadar tarife oranlarını düşürmemesi onun uluslar arası ekonomide serbest ticaretçi olmadığı gözüyle bakılmıştır. Serbest ticaret ekonomisini bu kadar yerden yere vururken karşıt görüş olarak ortaya çıkan komünist ekonomiden bir nebze de olsa bahsetmekte fayda var. Şöyle başlayalım: Adına devletçi, merkantalist, korumacı veya ne derseniz deyin komünizmin “zorunlu plancı”lığına karşı, korumacılığın ‘yönlendirici plan’cılığı daha işlevsel duruyor. Çünkü benim için hürriyet mülkiyettir, mülkiyet hakkının olmadığı bir sistemde hiçbir kimse hürriyetten bahsedemez.


Mülkiyet konusundan söz açılmışken; Japonlar yabancıların mülkiyet sahibi olmasına %49 ile ket vurmaktadır. Ülkemizdeki yabancılara mülkiyet sahibi olmamaları durumuna neredeyse kızgınlıkla bakıyoruz. Trajikomik kelimesi burada yazılanları tek kelimeyle ifade etmenin yolu olsa gerek diye düşünüyorum.


Tarihi epey geri sararak Roma’ya uzanalım şimdi de. Romalı politikacı ve filozof Çiçero bir defasında şöyle demiştir: ‘Eski zamanlarda ne yapıldığını bilmemek her zaman çocuk kalmaktır. Eğer evvelki dönemlerin emekleri kullanılmazsa, dünya daima bilginin başlangıç aşamasında kalmak zorundadır.’(4) Bu alıntı burada bizi biraz bekleyecek, ilerleyen paragraflarda servetini daha da katlayarak arttırarak.


ABD koşulsuz serbest ticaret yapmamızın teşvikçisi aynı zamanda da destekleyicisidir. Nasıl mı? Tabi ki Marshall Planlarıyla. Marshall Planları, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra 1947 yılında önerilen ve 1948-1951 yılları arasında yürürlüğe konmuş ABD kaynaklı, antikomünist hedefleri olan bir ekonomik yardım paketidir. Toplamda 16 ülke bu ekonomik yardım paketinden istifade etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti de bu 16 devlet arasında yerini almıştır. 2. Dünya Savaşı’na girmediğimiz herkes tarafından malumdur, bize verilen yardımlar soğuk savaşı müttefik toplayıcı etkisinden kaynaklanmaktadır sadece. Peki gerçekten bununla sınırlı mıdır? 1932-42 arasında Kayseri Uçak fabrikası, 1939-50 arasında “Thk Etimesgut Uçak Fabrikamız”(5) varken bu fabrikaları neden kapatmış olabileceğimizi bir durup düşünmemiz gerekiyor. Afaki durum olarak karşılanabilir bu durumlar fakat bir duruma daha açıklık getireceğim. ABD hükümeti bizim finansörümüz veya koşulsuz destekçimiz değildir hiçbir ülkeye olmadığı gibi ABD ne kadar inkar eder olsa da onlarında gelenekleri İngilitere’den gelir. İngilltere’nin geleneğini hatırlatmak isterim: “Ülkeler arası bir dostluk yoktur, çıkar ilişkileri vardır.” Amerikan Hükümeti yaptığı yardımlar neticesinde hem müttefik edinmiş oldu hem de gizli anlaşmalar sayesinde ülkelerin pazarını serbestleştirmiş oldu, yani bir taşla iki kuş vurdu. Türkiye’ye yapılan yardımlar yalnızca yolların inşasında ve var olanların onarımında kullanıldı. Bilmem belki dikkatinizi çeker, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde klâsik otomobil deyince hangi markalar akla gelir? 53 direksiz Chevrolet, Dodge, İmpala 67… Çiçero’dan bir pay çıkartamadık mı?


Diğer bir bölüme geçecek olursak “Altı yaşındaki oğlum bir iş bulmalı” Bebek endüstrileri bu denli güzel betimlemeyi daha öncesinden hiçbir yerde rastlamamıştım. Altı yaşındaki oğlunu okuldan alıp çalışma hayatına sevk etmesi yönündeki fikrinin alt yapısındaki gerçeği önemli fikrimce. Zamanımızda sıkça ve gereksiz yere kullanılan kelimelerden subliminal yaklaşımı çok doğru şekilde ifade etmiş yazar; “Kapitalizmin kıskacındaki çocuk işçi”leri!
Gelişmekte olan ülkelerin gelişimlerini tamamlamadan önce yani sanayilerinin diğer ülkelerle yarışacak olgunluğa erişememiş olması, tarımda modernizasyon geliştiremeden, para ve maliye politikalarını finansal verimliliklerini arttıramadan serbest piyasa ekonomisini kabul etmek, onların kendi sandalyelerine tekme atmaktan farksız bir durumdur. Bu durumun nedenine gelecek olursak; gelişmiş ülkelerin ürettikleri malların kalite seviyelerine ulaşamamış olmaları, finansal yapılarının ekonomiyi yeterince fonlayamayacak durumda olması, gelişmekte olan ülkeleri gelişmiş ülkeler karşısında adaletsiz rekabet sürükleyecektir.


Serbest ticarette eşitsiz rekabet sonucu ülkelerin büyümedeki hızlarına ve refah seviyelerinin artışına set çekilmekle sonuçlanmaktadır. Bebek endüstriler tezini tekrar hatırlayacak olursak ülkeleri bu durumun acziyetinden kurtaracak tek koşul gelişim süreçleri dahilinde korumacılık yapmaları sayesinde kotaracaktır.


Gümrük tarifeleri üzerinde şartların eşitlenmesini gündeme getiren Dünya Ticaret Örgütü, yüksek gümrük tarifesi olan ülke ile düşük gümrük tarifesi uygulayan ülkelerin düşürdükleri vergi oranı aynıdır. Buradaki sorun gelişmekte olan ülkenin ithal ikamesi olarak ürettiği mallara karşı yaşanacak talep düşmesidir. Örnek verilmesi gerekirse; 170 dolara ithal edilen bir mal vergi indirimleri sayesinde 130 dolara mal olması durumunda, tüketicinin ödeyeceği tutarda %23 indirime karşılık olacaktır. İndirimden kaynaklanan, tüketici davranışı da değişecektir.


Buraya kadar geldiğimiz noktada çıkarımlarda bulunursak iyi olacağı düşüncesindeyim. Ticaret, iktisadî kalkınma için elzemdir demekle, Kötü Samiriyelilerin dedikleri gibi serbest ticaret iktisadî kalkınma için en iyisidir demek arasında çok büyük fark vardır.(6) Nurkse, ekonomik kalkınmanın sürecinde sermaye birikiminin önemine “Bir ülke sahip olduğu kaynakları, tüketim mallarının üretiminden ziyade sermaye mallarının üretiminde daha çok kullanıyorsa kalkınmanın gereklerini yerine getiriyor”(7) demektedir.


Kaynakça
1. Chang, Ha-Joon (200😎; “Sanayileşmenin Gizli Tarihi” (Çev. Emin Akçaoğlu), Efil Yayınevi Haziran 2015, Basım:6, Ankara(s. 20).
2. Chang, Ha-Joon (200😎; “Sanayileşmenin Gizli Tarihi” (Çev. Emin Akçaoğlu), Efil Yayınevi Haziran 2015, Basım:6, Ankara(s. 55- 30.dipçe).
3. Chang, Ha-Joon (200😎; “Sanayileşmenin Gizli Tarihi” (Çev. Emin Akçaoğlu), Efil Yayınevi Haziran 2015, Basım:6, Ankara(s. 80).
4. Chang, Ha-Joon (200😎; “Sanayileşmenin Gizli Tarihi” (Çev. Emin Akçaoğlu), Efil Yayınevi Haziran 2015, Basım:6, Ankara(s. 101).
5. MMO (2015); http://www.mmo.org.tr/resimler/dosya_ekler/784b70742141814_ek.pdf?dergi=1320 (Erişim Tarihi: 25.11.2015)
6. Chang, Ha-Joon (200😎; “Sanayileşmenin Gizli Tarihi” (Çev. Emin Akçaoğlu), Efil Yayınevi Haziran 2015, Basım:6, Ankara(s. 134).
7.Berber, Metin (2003); “İktisadî Büyüme ve Kalkınma”, Derya Kitapevi Ekim 2015, Baskı:5, Trabzon(s.32)


Not: Özellikle paragraflar arasında kopukluk yapılmıştır, hocanın yazıyı bir öğrencisi tarafından yazıldığına ikna olabilmesi için.

Ahmet Ersin Işık.