PAZARCI

Day 2,767, 13:00 Published in Turkey Turkey by merdomerdoo

“Bu hafta da bizden mi alır elmaları ağbi? Ne dersin, ha?”

Mesut, gülümsedi, tezgahın mavi muşambasını kaldırırken. Pazaryerinde, pazarcılardan başka kimse kalmamış, yerlerdeki marul, domates, karpuz kabukları ve ortalıkta ağır ağır dolaşan iri yarı yorgun adamlar sokağın muharebe meydanına benzemesine neden oluyordu.

Hasan, her pazartesi böyle sorular sormaya başlar, Güven mahallesindeki salı pazarına gelen kızı görene dek kıpır kıpır olurdu. En çok salı günleri çalışır, komşu tezgahların kamyonetten indirilmesine, muşambaların örtülmesine, meyvelerin dizilmesine hep yardım ederdi. Amcasının oğlu olan Mesut’la kendi tezgahlarını hemencecik kurardı zaten. Kızın sarı elmalarını da sabahtan, en iyilerinden seçip ayırır, tezgahın altına koyardı.

Kızı ilk gördüğünde anlamıştı daha önce olmayan bir şey olacağını. Hatta limoncu Kürt Ömer, Hasan’ın, kızı görünce sigara içmekten sararmış parmaklarını saklamaya çalıştığını bile görmüştü. Ne var ki yoksulluğunu böyle saklayamıyordu.

Kimseye saygısızlık etmez, rahatsızlık vermezdi ve kendi söylemiyle, kimseyi ‘kazıklamazdı’. 18’inde ya vardı ya yoktu ama kızın, divan edebiyatındaki bütün mazmunları taşıdığını bilebilecek kadar şiirle ilgiliydi.

Kız, Hasan’dan torbayı alırken gözlerinin ta içine bakıyordu. Belki de gözlerine ilk kez bir kız bakıyordu. Hasan da kıza büyük bir istençle fakat utana sıkıla bakmaya çalışırdı. Kız yokuşu tırmanırken arkasını yoklar, yine o masum bakışlarla karşılaşırdı. Bu böyle dört veya beş hafta sürdü.

Bazen her geçen gün onun yüzünü parça parça unutur, hüzünlenir, kendine kızardı. Ancak olmadık zamanlarda, yük taşırken, kan tükürürken yahut bir gece yarısı ansızın uyandığında kızı karşısında görür gibi oludu. O zaman daha çok çalışır, acı hissetmez, huzurla uyurdu.

Salı sabahı, tezgahı kurmuş, en iyi elmaları torbaya doldururken, “Bu hafta da bizden mi alır elmaları ağbi? Ne dersin, ha?” dedi, Mesut’a hafifçe dönerek. Mesut bu kez gülümsemekle yetinmedi:

“Tabi bizden alacak, kızın sana nasıl baktığını bütün pazarcılar bilir.”

“Bütün pazarcılar mı?”

“Tabii, pazardaki her kişi bilir bunu. İyisi mi sen bugün kızın gelmesine yakın git, yokuşun başında bekle. Konuş, bakalım sevdalanmış mı sana.”

Hasan bunun üzerine cevap bile veremedi. Sevinçten ne yana gideceğini şaşırdı, kulaklarına bir alev topu hücum ediyordu. Ancak birden durdu. Döndü kendi ekseninde sakince. Yüzü düştü, rengi kara-sarı oldu. Onu gördüğünden bu yana ilk defa kendini gözünün önüne getirdi. Bu yaşına rağmen güneşten yuvalarına kaçmış gözlerini, iki parmak kalınlığındaki kollarını, yelken kulaklarını ve çatlamış kara ellerini düşündü. İşte o vakit anladı, aralarında bir tezgahtan fazla mesafe olduğunu.

Pazarcıların hepsi başına üşüşmüştü. Hasan ne görüyor ne de duyuyordu. Dörtnala üzerine gelen, dehşet saçan bir kamyon gibi çıkmıştı karşısına bu gerçek.

Yavaş yavaş kendine geldi. Önce umarsızca, eksik dişlerini göstere göstere gülen, boynundaki çizgiler derinleşmiş ve kulaklarının arkasına kadar varmış, uzun kaşları gözlerine kadar inmiş adamı gördü. Ona bir yumruk oturtmak istedi. İçine delicesine bir kavga isteği yerleşmişti. Sonra sesleri duymaya başladı:

“Hasan gidip kızla konuşacakmış.”
“Konuşamaz.”
“Zaten kızın gönlü yoktur.”
“Gönlü varsa da yoksa da konuşamaz bizim Hasan.”
“Bizim Hasan…”
“Konuşamaz konuşamaz…”
“Bizim Hasan yiğit çocuktur, gider konuşur bir güzel. Kızın da gönlü varsa oldu bu iş.”
“Hiç kızın Hasan’da gönlü olur mu? Ya alay ediyordur ya da başka bir şey işte. Hem babası kızını hiç pazarcıya vermek ister mi?”

Bunun üzerine Hasan’ın yüzü parçalandı. Kendinden utandı. Yüzündeki renk cümbüşü kırmızıda dondu kaldı. O yumruğu şimdi kendine oturtmak istiyor, boş bir sevdaya kapıldığından, kendini bir halt sandığından ötürü kendine kızıyordu. Mesut, hala gevrek gevrek gülen pazarcılara bakıp duyulur duyulmaz bir sesle küfür etti. Hasan oralı değildi.

O gün ikindiye kadar hiç konuşmadan, harıl harıl çalıştı. Hiç yorgun görünmüyordu. Bıraksalar saatlerce aynı hızla çalışabilirdi.

Vakit geldiğinde, kendilerine eğlence arayan pazarcılar, Hasan’ı ite kaka yokuş başına yollamaya çalıştı. Ellerinden sıyrıldı, tezgahın altındaki şişeden bir yudum aldı, su kan gibi ılıktı. İçi iyice sıkıldı. Hasan istemezse dövseler, kesseler, öldürseler bile gitmezdi. Öyle inatçıydı. Gidip kıza, bir daha ona bakmamasını, elmaları başkasından almasını, hatta yalan da olsa nişanlı olduğunu bile söyleyecekti.

Yavaş yavaş yokuşu tırmandı. Köşedeki tuvaletçinin önünde durdu önce. İçerden gelen bok ve sigara kokusundan kızın rahatsız olacağını düşünüp karşıdaki yıkık duvara yaslandı.

Yaklaşık on dakika sonra, kız ağır ağır Hasan’a doğru geliyordu. Nutku tutuldu, hazırladığı konuşmayı ve neden orada olduğunu bile unuttu. Ayağında uzun etek vardı, saçları dalga dalgaydı. Cem Karaca geldi aklına, sonra yine düşünemez oldu. Saçları ne sarı ne de kahverengiydi, gözleri gibi. Bir de sigara içiyorsa… İçmesindi ama içiyorsa, yatmadan evvel balkona çıkıyorsa bir sigara yakmak için, Ay bile kıskanırdı geceyi ondan. Yanına o kadar yakışmadığını düşündü ki, o an yok olmak istedi. Konuşurken, gülerken iyice belirginleşen sivri küçük çenesine baktı kızın. Bir ağlamak isteği gelmişti içine.

Aralarında iki adımdan az mesafe kalmıştı ki kız durdu. Birbirlerine baktılar o zaman. Belki on saniye sürdü belki on yıl. Bir anda, beklenmedik bir şekilde ama bir o kadar da planlı gibi, hiç konuşmadan yan yana pazaryerine doğru yürümeye başladılar. Hasan’ın üzerinden saçılan toz toprak, kıza çarptıkça ışıltılı mavi-beyaz taşlara dönüşüyor, ortalığı aydınlatıyor, aydınlatıyordu.

Hiç konuşmadan geldiler pazaryerine. Hasan, tezgahın arkasına geçti, kız önünde durdu. Bir kilo sarı elma verir misiniz, dedi. Hasan tezgahın altından torbayı çıkarıp kıza uzattı, sigara içmekten sararmış parmaklarını saklamaya çalışarak. Kız, Hasan’ın gözlerinin ta içine bakıyor, Hasan ise çatlamış kara ellerine. Bu böyle belki dört-beş hafta devam etti, belki dört-beş yıl.


Shout

PAZARCI
http://www.erepublik.com/en/article/2532007/1/20