Neden Sosyalizm?? ( Albert Einstein )

Day 2,178, 05:08 Published in Turkey Turkey by Zealotry
Makale Müziği

Neden Sosyalizm?

Hayat Kısa ve çetin de olsa yaşamın tadına varılabilinir, yeter ki o yaşam topluma adansın...







Ekonomik ve sosyal konularda uzman olmayan bir kişinin görüşlerini sosyalizmi baz alarak açıklaması doğru mudur? Birkaç nedenle doğru olacağına inanıyorum.

Soruyu önce bilimsel bilgi açısından ele alalım. Astronomi ile ekonomi arasında çok temel yöntemsel farklılıklar yok gibi görünebilir: Her iki alanda da bilim insanları, tanımlanmış (sınırları belirlenmiş) bir grup olgunun genel kabul gören yasalarını keşfetmeye çalışırlar. Genel yasaları bulmaya çalışmalarının nedeni olguların kendi aralarındaki ilişkileri (bağımlılıkları) en anlaşılabilir biçimde ortaya koymaktır. Ancak gerçekte iki dal arasında yöntemsel farklılıklar vardır. Ekonomi alanında genel yasaları keşfetmek zordur, çünkü gözlemlenen ekonomik olgular çoğu kez kendi başlarına değerlendirilemez nitelikte olan birçok faktör tarafından etkilenirler. Buna ek olarak, çok iyi bilindiği gibi, insanlık tarihinde uygarlığın ortaya çıkışından başlayarak üst üste eklenen deneyimler, doğası ekonomik olmayan nedenler tarafından büyük ölçüde etkilenmiş ve sınırlanmıştır. Örneğin tarihin önemli devletleri varlıklarını fetihlere borçlu olmuşlardır. Fatihler, fethettikleri yerlerde kendilerini yasal ve ekonomik olarak imtiyazlı sınıf haline getirmişlerdir. Toprak mülkiyeti tekeli kurmuşlar, değişik rütbeleri içeren bir ruhban sınıfı atamışlardır. Eğitimi kontrol eden rahipler toplumdaki sınıfsal bölünmeyi kurumsallaştırıp, kalıcı hale getirmiş, o zamandan bu yana insanların, şuursuzca, kendilerini toplumsal davranış içine sokan ve güden bir değerler sistemi yaratmışlardır.




Sosyalizmin gerçek hedefi

Ancak tarihsel gelenek, insanlığın gelişmesinin düne kadar Thorstein Veblen’in "yağmacı dönem" adını verdiği aşamanın ötesine hiçbir yerde geçemediğini göstermektedir. Gözlemlenen ekonomik gerçekler o döneme aittir ve onlardan türetilecek yasalar insanlığın diğer dönemlerine uygulanamaz. Sosyalizmin gerçek hedefi bu dönemin ötesine geçerek, insanlığın gelişimini yağmacı dönemden daha ileri bir döneme taşımak olduğuna göre, ekonomi bilimi, mevcut haliyle, geleceğin sosyalist toplumuna çok az ışık tutabilmektedir.

İkinci olarak sosyalizm, amacı toplumsal-ahlak olan yöne yönelmiştir. Ancak bilim amaç yaratmadığı gibi, bunları insanlara da aşılayamaz; bilim, en fazla, amaçlara ulaşılmasını sağlayan araçlar yaratabilir. Ancak amaçlar yüce ahlaki ideallere sahip kişiliklerce kavranılırsa ve bu amaçlar ölü doğmamışsa, yaşamsal ve güçlülerse bir çok insan tarafından ileri taşınarak, toplumun yavaş/ağır evrimine yön verir.

Bu nedenlerden ötürü insana ilişkin sorunlarda bilimi ve bilimsel yöntemleri fazla abartmamaya dikkat etmek ve toplumun örgütlenmesini etkileyen sorunlarda sadece uzmanların söz hakkı olduğunu da varsaymamak gerekir.




Bir çıkış var mı?

Bir süredir çok sayıda kişi toplumun bir krizden geçtiğini öne sürerek, toplumun dengesinin ciddi olarak bozulduğunu ifade etmektedir. Böyle durumlarda kişilerin farklı düşünmeleri, hatta ait oldukları gruba karşı düşmanca hisler beslemeleri tipik bir davranıştır. Ne dediğimi anlatmak için başımdan geçen bir deneyimimi aktarayım. Geçenlerde zeki ve iyi yetişmiş bir kişi ile yeni bir savaş tehdidini tartışırken, böyle bir savaşın insanlığın varlığını ciddi biçimde tehlikeye sokacağını ve bu tehlikeyi ancak uluslarüstü bir organizasyonun önleyebileceğini söyledim. Bunun üzerine muhatabım bana gayet sakin bir biçimde, "İnsan ırkının yok olmasına niye bu kadar karşısın?" dedi.

Eminim ki daha bir asır önceye kadar hiç kimse böyle gayr-ı ciddi bir söylemde bulunamazdı. Bu söylem kendi içinde bir denge sağlamak için boşuna uğraşmış ve bunu başarma umudunu az-çok kaybetmiş bir adamın söylemi idi. Bu söylem acı veren bir yalnızlığın ve tecrit olmanın ifadesidir ve bu günlerde çok kişi aynı acıyı çekmektedir. Sebebi nedir? Bir çıkış var mı?

Böyle bir soruyu sormak kolay, ancak belli derecede ikna edici bir yanıt vermek zordur. Ancak duygularımızın ve uğraşlarımızın çelişkili, belirsiz olduklarının bilincinde olarak ve onların kolay ve basit formüllerle ifade edilemeyeceğini bilerek yine de elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıp, yanıtlamayı deneyeyim.






Bireysel ve sosyal varlık

İnsan hem tek başına yaşayan hem de sosyal bir varlıktır. Tek başına yaşayan bir varlık olarak kişisel isteklerini tatmin etmek ve doğuştan edindiği yeteneklerini geliştirmek için kendisinin ve yakınlarının varlığını koruma çabası içindedir. Sosyal bir varlık olarak ise, çevresindeki dostlarının sevgisini ve takdirini kazanmaya, mutluluklarını paylaşmaya, acılarını dindirmeye ve yaşam koşullarını iyileştirmeye çalışır. İşte sadece bu çeşitli, zaman zaman çelişkili çabaların varlığı, insanın özel karakterini açıklar; bunların özgün bileşimi bireyin içsel bir dengeye erişme derecesini belirler ve toplumun esenliğine katkıda bulunur. Genel olarak bu iki dürtünün görece dirençlerinin kalıtımla düzenlenmiş olması mümkündür. Fakat nihai olarak ortaya çıkan kişilik, büyük ölçüde insanın gelişimi sırasında kendisini içinde bulduğu çevre, içinde büyüdüğü toplumun yapısı, o toplumun gelenekleri ve belirli davranış biçimlerinin övülmesi ile oluşur. Soyut “toplum” kavramı birey açısından çağdaşları ile ve önceki nesillerle dolaylı dolaysız ilişkisinin toplamı anlamına gelir. Birey düşünebilir, hissedebilir, mücadele edebilir ve kendi başına çalışabilir fakat -fiziksel, entelektüel ve duygusal varlığı ile- topluma öylesine bağımlıdır ki- onu toplum çerçevesinin dışında düşünmek ve anlamak imkansızdır. Ona gıda, giyecek, ev, iş araçları, dil, düşünce biçimleri ve büyük ölçüde düşüncenin içeriğini sağlayan bu “toplum”dur. Bu küçücük “toplum” kelimesinin ardında saklı, geçmişte yaşamış ve bugün yaşamakta olan milyonlarca insanın emeği ve becerisidir ona hayat veren.

Dolayısıyla, bireyin topluma bağımlılığının doğanın ortadan kaldırılamayan bir gerçeği olduğu kanıtlanmıştır. Aynen karıncalar ve arılar gibi. Fakat karıncaların ve arıların tüm yaşam süreci en ince ayrıntısına kadar katı, kalıtımsal içgüdüler ile belirlenmişken, insanoğlunun sosyal kalıpları ve karşılıklı ilişkileri son derece değişkendir ve değişime açıktır. Hafıza, yeni birleşimler oluşturma kapasitesi, sözel iletişim kurabilme üstünlüğü insanoğlunun biyolojik zorunluluklarının buyurmadığı gelişmeler sağlamasını mümkün kılmıştır. Bu gelişmeler kendilerini edebiyatta, bilimsel ve teknik başarılarda, sanat eserlerinde, gelenekler, kurumlar, örgütler olarak gösterir. Bu bir anlamda insanın kendi yaşamını kendinin nasıl yönettiğini ve bu süreçte bilinçli düşünme ve istemenin nasıl bir rol oynadığını açıklar.




Değişkenler-değişmezler...

İnsanoğlu doğuştan, kalıtımsal olarak, insan türünün karakteristiği olan doğal istekleri de içeren, sabit ve değişmez olarak nitelediğimiz biyolojik bir bünyeye sahiptir. Buna ek olarak, yaşam süresi içinde, iletişim ve başka etkiler aracılığıyla yaşadığı toplumdan kültürel bir bünye edinir. Zaman içinde değişime açık olan ve bireyle toplum arasındaki ilişkiyi büyük ölçüde belirleyen işte bu kültürel bünyedir. Modern antropoloji bize ilkel denilen kültürlerin karşılaştırmalı olarak incelenmesi yoluyla, insanoğlunun sosyal davranışlarının geçerli kültürel kalıplara ve topluma egemen olan örgüt tiplerine bağlı olarak çok büyük değişiklikler gösterdiğini öğretmiştir. İşte insan türünü iyileştirme mücadelesi verenlerin umutlarının dayanağı şudur: İnsanların birbirlerini mahvetmek istemelerinin ya da zalim, kendi kendine kasteden kaderin ocağına düşmüş olmalarının nedeni biyolojik bünyeleri değildir.

Yaşamı olabildiğince doyurucu kılabilmek için toplum yapısının ve insanın kültürel yaklaşımının nasıl değiştirilmesi gerektiğini kendimize sorarsak, değiştiremeyeceğimiz bazı koşulların varlığı gerçeğinin sürekli bilincinde olmamız gerekir. Daha önce de belirtildiği gibi insanın biyolojik yapısı, nereden bakılırsa bakılsın değişmez. Üstelik son birkaç yüzyılda yaşanan teknolojik ve demografik gelişmeler kalıcı durumlar yaratmıştır. Varlıklarının devamı için vazgeçilmez sayılan ürünlerle, nüfusun görece yoğun olduğu yerlerde, aşırı ayrıntılı bir işbölümü ve son derece merkezi bir üretim aygıtı mutlak zorunluluk haline gelmiştir. Bireylerin ve nispeten küçük toplulukların tamamen kendine yeterli oldukları, geri dönüp baktığımızda son derece huzurlu görünen zaman sonsuza dek yitip gitmiştir. İnsanoğlunun artık bir üretim ve tüketim gezegeni oluşturduğunu söylersek fazla abartmış olmayız.





Çağın özü

Çağımızın özünü bana göre neyin oluşturduğunu kısaca belirtebileceğim bir noktaya şimdi varmış bulunuyorum. Bu toplumla bireyin ilişkisi ile ilgilidir. Birey topluma olan bağımlılığının geçmişte olmadığı kadar bilincindedir. Ama bu bağımlılığı organik bir bağ, koruyucu bir güç, olumlu bir varlık olarak görmek yerine, daha çok doğal haklarına hatta iktisadi varlığına karşı bir tehdit olarak algılamaktadır. Dahası toplumdaki konumu öyle biçimlenmiştir ki, yapısının egoistçe sürüklenişi sürekli vurgulanmakta, doğal olarak daha zayıf olan sosyal yapısı gittikçe bozulmaktadır. Toplumdaki konumları ne olursa olsun tüm insanlar bu bozulma sürecinde rahatsız olmaktadırlar. Kendi egolarının mahkumu olduklarını bilmeksizin, kendilerini güvensiz ve yalnız, yaşamın basit, sade, doğal tadından yoksun kalmış hissederler. İnsan kısa ve çetin de olsa yaşamın tadına varabilir, yeter ki kendini topluma adasın.

Bugünkü haliyle kapitalist toplumun iktisadi anarşisi bence belanın asıl kaynağıdır. Önümüzde bireylerinin, birbirlerini kolektif emeklerinin meyvelerinden yoksun bırakmak için yılmadan -zor kullanarak değil fakat yasalarla belirlenmiş kuralların tümüne gönülden uyarak- uğraştığı dev bir üreticiler topluluğu görmekteyiz. Bu bağlamda üretim araçlarının -yani tüketim mallarını ve buna ek olarak yatırım mallarını üretmek için gereken tüm üretim kapasitesinin- yasal olarak ve çoğu kez bireylerin özel mülkiyetlerinde olduğunun önemini kavramamız gerekir.

Konuyu basitleştirmek için, aşağıdaki anlatımda üretim araçlarının mülkiyetini paylaşmayan herkesi “işçi” olarak adlandıracağım, bu terimin yaygın kullanımına tam olarak denk düşmese de. Üretim araçlarının sahibi, işçinin işgücünü satın alabilecek durumdadır. İşçi üretim araçlarını kullanarak kapitalistin malı haline gelecek yeni mallar üretmektedir. Her ikisi de gerçek değer üzerinden ölçülmek üzere, işçinin ürettiği ile ona ödenen arasındaki ilişki bu sürecin esas noktasıdır. İş sözleşmesi “serbestçe” belirlendiği sürece, işçiye yapılan ödemeyi belirleyen ürettiği malın gerçek değeri değil, işçinin asgari gereksinimleri ve iş için rekabet eden işçi sayısına ilişkin olarak kapitalistlerin işgücüne ihtiyaçlarıdır. Teoride bile işçiye yapılan ödemenin ürünün değeri tarafından belirlenmediğinin anlaşılması önemlidir.




Kapitalizmin yasası


Kısmen kapitalistler arasındaki rekabet ve kısmen teknolojik gelişmelerin ve artan işbölümünün daha büyük üretim birimlerinin küçüklerin yerini almasını sağlaması sonucunda, özel sermaye az sayıda elde yoğunlaşmaktadır. Bu gelişmelerin sonucunda, demokratik olarak örgütlenmiş bir siyasi toplumda bile etkin olarak denetlenemeyecek devasa bir güce sahip özel sermaye oligarşisi oluşur. Bu böyledir çünkü yasama organlarının üyeleri, nereden bakılırsa bakılsın seçmenle yasama organının birbirinden ayıran özel sermaye tarafından büyük ölçüde finanse edilen ya da başka şekillerde etki altına alınan siyasi partiler tarafından seçilir. Bunun sonucunda halkın temsilcileri gerçekte nüfusun temel haklardan yoksun kesimlerinin çıkarlarını yeterince koruyamazlar. Üstelik, mevcut koşullar altında, özel kapitalistler kaçınılmaz olarak temel bilgi edinme kaynaklarını (basın, radyo, eğitim) doğrudan ya da dolaylı olarak denetlerler. Dolayısıyla, bir vatandaşın bireysel olarak nesnel yargılara varması ve siyasi haklarını akıllıca kullanması hayli zor hatta çoğu zaman imkansızdır.

Sermayenin özel mülkiyetine dayalı ekonomilerde egemen olan durum iki ana ilke ile nitelendirilir: Birincisi, üretim (sermaye) araçlarının özel mülkiyetidir ve mülk sahipleri bunu diledikleri gibi kullanırlar; ikincisi serbest iş sözleşmesidir. Bu anlamda tabii ki saf kapitalist toplum diye bir şey yoktur. İşçilerin uzun ve acı siyasi mücadeleler sonucu, bazı kategorilerde “serbest iş sözleşmesi”nin iyileştirilmiş bir biçimini sağlamayı başardıklarını özellikle belirtmek gerekir. Ama bütün olarak ele alındığında bugünkü ekonomi “saf” kapitalizmden fazla farklı değildir.

Üretime kâr için devam edilir, kullanım için değil. Çalışabilecek durumda olan ve çalışmak isteyen herkesin iş bulacağının bir garantisi yoktur. Hemen hemen herdaim bir “işsiz ordusu” vardır. İşçi her zaman işini kaybetme endişesi taşır. İşsiz ve çok düşük ücret ödenen işçiler kârlı bir pazar oluşturmadıkları için tüketim mallarının üretimi sınırlıdır ve sonuç meşakkatlidir. Teknolojik ilerleme çoğu zaman işin zorluğunu hafifletmek yerine daha fazla işsizliğe neden olur. Kâr güdüsü, kapitalistler arasındaki rekabetin durumuna göre gittikçe daha fazla derinleşen bunalıma yol açan sermaye birikiminin ve kullanımının istikrarsızlığından sorumludur. Sınırsız rekabet, emeğin çok büyük ölçüde heba olmasına ve daha önce de sözünü ettiğim gibi bireylerin sosyal bilinçlerinin sakatlanmasına yol açar.

Bana kalırsa kapitalizmin en büyük kötülüğü bireylerin sakatlanmasıdır. Tüm eğitim sistemimiz bu beladan muzdariptir. Gelecekteki kariyerine hazırlanmak için açgözlü bir biçimde başarıya tapmak üzere eğitilmiş öğrenciye abartılı bir rekabetçi yaklaşım aşılanır.



Beladan kurtulmanın tek yolu: Sosyalizm


Ben bu korkunç beladan kurtulmanın tek yolu olduğuna eminim. Bu yol, toplumsal hedefler doğrultusunda yönlendirilmiş bir eğitim sisteminin eşlik ettiği sosyalist ekonominin inşasıdır. Böyle bir ekonomide toplumun kendisi üretim araçlarının sahibidir ve üretim araçları planlı bir tarzda kullanılır. Üretimi toplumun gereksinimlerine uyduran planlı bir ekonomi işi çalışabilir durumda olanlara dağıtır ve erkek, kadın, çocuk herkesin geçimini garanti eder. Bireyin eğitimi, doğuştan sahip olduğu yeteneklerin geliştirilmesinin yanında, günümüz toplumundaki güç ve başarının yüceltilmesi yerine, bireyin içinde çevresindekilere karşı sorumluluk hissi geliştirmeyi hedefler.

Yine de planlı ekonominin henüz sosyalizm olmadığını unutmamak gerekir. Böylesi bir planlı ekonomiye bireyin tamamen köleleşmesi eşlik edebilir. Sosyalizmin başarısı son derece zor bazı sosyo-politik sorunların çözülmesini gerektirir. Siyasi ve ekonomik gücün merkezileşmesinin yarattığı etki alanının genişliği gözönüne alındığında bürokrasinin mutlak gücünü ve kendini beğenmişliğini engellemek nasıl mümkün olacaktır? Bireyin hakları nasıl korunacak ve bürokrasinin gücünü dengeleyecek demokratik bir karşı-güç nasıl sağlanacaktır?

Yaşadığımız bu geçiş sürecinde sosyalizmin hedef ve sorunlarının netliği çok önemlidir. Mevcut koşullarda, bu sorunların özgürce ve engelsiz tartışılması güçlü bir tabu haline geldiği için, bu derginin çıkarılmasının önemli bir kamu hizmeti olduğunu düşünüyorum.



Bu sadece bir oyun bilkerem hih 🙁 🙁

Düzenleme : Zealotry