Homo Microeconomicus - Ahmet YILDIRIM - Hafif Dergi

Day 2,772, 23:40 Published in Turkey Turkey by ezik1

Bir e-dergiden iktibastur

Kaç paralık adamız lan? İnternette insan vücudunu oluşturan kimyasalların 2000 dolar ettiğini okumuştum, onları sallamıyorum. Öyle hesaplanmaz o. Bugün malzeme maliyetiyle değeri hesaplanan hiçbir nesne kalmadı. Allah’ın gökten saldığı suya boru döşeme parası, yerin altında sere serpe yatan petrole emperyalizm haracı veriyoruz. İnsanın değeri de piyasa maliyetiyle ölçülür. O zaman şöyle olsun: aylığı 3.000 TL’den 40 yıl çalışan ve 15 yıl boyunca da 1500 TL emekli maaşı alan adam kaç paralıktır? Üç kere dört çarpı on iki 1.44 milyon, on iki kere bir buçuk çarpı on beş 270 bin, aşağı yukarı 1.7 milyon. Böyle de değerli gibi olunuyor şimdi. Değil! Bu para bütün bir ömre yayıldığı için bir güce tekabül etmiyor. Geleni ye, gideni ye, ne olacak bu işin sonu? İnsan fazla kazanarak değil, az harcayarak geçinir. Bu sözü daha önce hiçbir yerde duymadım ama bugüne kadar yetişmiş yegane tutumlu ben olmadığımdan elbet başka bir kanaatkar da bunu söylemiştir. “İşten artmaz, dişten artar” diye kafiye bile düşürmüşüz nihayetinde. Binlerce yıl boyunca insanlar hep benzeri şeyler yaparak, aynı buğdayı, elmayı yiyerek yaşadı. Biz doğabildiğimize göre az harcamakla iyi bişey yapmışlar. Bugün kapitalizmin muharip gücü olan pazarlama endüstrisi durmadan “harca, harca” deyip duruyor. Onları mı dinleyeceğiz, yoksa onurlu bir başkaldırıyla birey mi olacağız? Hem harcama yapmak bir yerden sonra mutluluk da getirmez. Ben bir yemeğe 6 lira da verebilirim, 60 lira da. 60 lira verdiğimde on kat daha fazla mı mutlu olacağım? Geç bunları; tavuk döner, lahmacun, çiğköfte hepsi mis gibi mübarek. Afrikada insanlar açlıktan ölürken biz tokluktan kalp krizi geçiriyoruz. Fazla yeyip kilo alıyor, sonra onu yakmak için bi de spora para veriyoruz. Kendimizi yoruyoruz. Hani modern çağ yorulmamayı vaad ediyordu? Reddediyorum, bize tüketmeyi ve para harcamayı öğütleyen, her fırsatta çarkları destekleten kapitalizmi ve onun oyunlarını reddediyorum. Ben ekonomik adamım. Bu yüzden de bütün antikapitalist tezleri benimsiyorum. Oksimoron filan değil kardeşim, ben mikroekonomik adamım. Verim prensibine göre çalışırım. Minimum girdi ile maksimum hazzı alabilme temelinde, optimum kapasitede çalışan monopolist bi bünyem var benim. En azından para harcamanın verdiği hicran aldığım keyfi aşmaya başladığı anda kendimi frenlerim. İnsan kanaat edebildiğince zenginleşir. Para kazanarak haz alma hırsının sonu mu var? Hırslarımı ilimde, fende, saygı görmede tatmin edeyim, parayı da görmemişler, cahiller, aptallar kazanıp harcasın. Oh mis!

Marketten evime doğru yürürken kafamdan bunlar geçiyordu. Apartmandaki kedi sidiği kokusunu bile gidermeden haybeye para alan kapıcımızla karşılaşıp, tembellikten pamuk gibi kalmış elini sıktıktan sonra evime çıktım. Kışın ısıtma masrafı az olsun, hem hemen dolacağı için fazla eşya almama izin vermesin diye küçük bir evde yaşamayı seçmiştim. Doğalgazı, suyu, elektriği vardı hamdolsun. Alışverişi yine standart listeme göre yapmış, listemi yine delmemiştim. Zaten herşeyim planlıydı. Kervanı yolda düzmek bana göre değildi. Sırf bu yüzden eve misafir almaktan da nefret ederdim. Planlarım bozulmasın diye 3-5 kuruş fazla verir, gider dışarıda yer, arada bir yedirirdim.

Tam 12 gün sonra tekrar markete gideceğim için 12 adet domates, 12 adet salatalık ve 3 kutu 8’li Karper Peyniri almıştım. Kilosuna 12 lira verdiğim zeytinin içinden 331 zeytin çıktığını saydığım günden beri zeytinimin aşağı yukarı 47 gün sonra biteceğini biliyordum. 4 defa yediğim bir kupa kuru fasülyenin içine kaç tane sığdığını da saymış, 307 bulmuştum. Yani bir oturuşta ortalama 76.75 kuru fasülye öğütüyordum. Yarım kiloluk bir tereyağı paketini yaklaşık 75 günde bitiriyor, bir paket makarnayı 12 defa yiyor, aldığım ekmeği bile katı bir plan içinde tüketiyordum. Ekmek demişken; bir keresinde aldığım tost ekmeğinde 23 dilim çıkmıştı da, bu asimetri yüzünden uykularım kaçmıştı: Eğer yanlışlıkla olmadıysa bir poşete 23 gibi saçma sapan bir dilim adedi neden konsundu? 23 neydi Allah aşkına? O markayla ilişkimi tereddüt etmeden derhal kesmiştim. Planlarımı bırakıp farklı bir yiyecek alsam onu son kullanma tarihi yaklaşana dek bir kenarda unuturdum. Fark edince de, tarihi geçip ziyan olmasın, beni de zehirleyip öldürmesin diye yarım kilo sarelleyi dört günde yedirebilen bir coşkun heyecanla hücuma kalkar, siler süpürürdüm.

Planlama sevdamı besleyen travmalar yaşadığım doğrudur. Vaktinde ünlü ekonomi profesörü Nicholas Gregory Mankiw’in ekonomi’ye Giriş kitabını okumuş ve kitaptan hayli etkilenmiştim. Fotokopiciden ucuza kapattığım kitabın, etiket fiyatının aslında 292 dolar olduğundan o sıra haberim yoktu tabii. Bunu öğrenince bu çok değerli kitapta anlatılanları hayatıma taşımam gerektiğine karar verdim ve maliyet hesapları yavaş yavaş hayatıma girdi. Aldığım ürünleri kaç günde tükettiğimi zaten bildiğim için, fiyatı tüketim günü sayısına bölerek yaptığım kahvaltının, yediğim yemeklerin bile kaç liraya tekabül ettiğini kolayca hesaplıyordum – Kahvaltıda 2.3 liralık, günün kalan bölümünde de ortalama 3.6 liralık malzeme tüketiyordum. Aslında değişen bakış açımla birlikte ibadetime bile ticaret şevki gelmişti. Bir Kuran harfine on sevap veriliyordu ve sırf 113 Arap harfinden oluşan Fatiha’yı namazlarda okuyarak bile günde 45.200 sevabı cart diye kenara atıyor, yığın yığın sevap biriktiriyordum.

Birim maliyet hesaplama alışkanlığım beni oldukça bilinçli bir tüketici yapıyordu yapmaya ya, arada sırada keyfimi de kaçırıyordu. Mesela bu yazıyı yazdığım bilgisayara 2 yıl önce 1800 lira para vermiştim. Bu gayet uygun bir fiyattı. Fakat bilgisayarın ömrünün ortalama 3 yıl olacağını düşünüp fiyatı 36’a böldüğümde bütün keyfim kaçtı. Ben bu bilgisayarın aylığına 50 lira, günlüğüne 1.66 lira, saatine de 7 kuruş veriyordum. Elektrik dahil değildi. Kiralasam daha ucuza mı gelirdi acaba?

33.20 lira tutan market harcamamı, muhafazakar bir muhasebe anlayışıyla 34 liraya yuvarlayarak harcama listeme kaydettim. Nihayetinde cebime girende değil, cebimden çıkan para üstünde tam kontrole sahiptim. 1 Ocak geldi mi bir yıl boyunca ne kadar para harcadığımı tıpkı bir bilanço gibi önüme alır; didik didik inceler, kesecek, kısacak bir yerler bulmaya çalışırdım. Verimli tüketim sevdam, enseye tokat kankam gibi beni bir an bile yalnız bırakmıyordu. Hatta işi abartıp tuvalete kadar bile eşlik ediyordu. Örneğin bir tuvalet kağıdı yaprağından maksimum verimi almak için onu dörde katlamak gerektiğini de bana bu dostum fısıldamıştı. İyi anlaşıyorduk, aramıza da kimse giremeyecekti.

Önceden alıp dört mevsim yerim diye biriktirdiğim ekmek, bezelye, taze fasülye gibi nesneler buzluğumu tıka basa doldurduğu için, marketten aldığım tavuk kanadını kızarttım. Bir kupa pirinçten yaptığım pilav 3. gününü yaşıyordu. Bir dilim tost ekmeğini kızartıp yanına da tarhana çorbası yaptım, mis gibi olmuştu. Ekmeği biraz hızlı yeyip son lokmaya vardığımda senkronun bozulduğunu, çorbamın bitmediğini gördüm. Kalan çorbayı ekmeksiz içtim, dibini de son lokma ekmeğimle sıyırdım. Bir tek pirinç bile bırakmadan tabağıma koyduğum pilavın yanına kanatları yatırdım. Lezzetliydi. Tavuğu en ince liflerine kadar kemirdim. Belki et çıkar diye kıkırdağı da koparıp ağzımda dişlerimle sıyırmaya çalıştım, umudu kesince tabağa tükürdüm. Neyse, kimse beni izlemiyordu. Bulaşıkları akıtıp lavabonun yanındaki yığına bıraktım. Henüz tüm tabaklarım kirlenmediği için birim bulaşık sabunundan en yüksek verimi alacağım şartlar oluşmamıştı. Ellerimi yıkamak için banyoya geçtim. Sabunluktaki sabun bitmişti fakat ben ellerimi yıkadıkça ıslanan sabun, tortularını sabunluğa bırakmıştı. Ellerimi sabunluğa sürerek güzelce yıkadım. Böylece biten bulaşık sabununu ve şampuanı su ekleyip sünnetlemek, kullanılmadığı için kuruyan ıslak mendil paketine su koyup onu suni tenefüsle hayata döndürmek gibi adetlerimi bir adım ileriye taşımıştım.

14 kuruşumu değerlendirmek üzere 2 saat kadar bilgisayarımla oyalanmaya niyetlendim. Fakat aniden o akşam yapmam gereken bir iş olduğunu hatırladım. Halam bana bir kız bulmuş, “Bir görüş” diye tutturmuştu. Bu akşam işte o kızla görüşecektim. Öğretmenmiş ama atama bekliyormuş. Zihnimde, “Ulan inşallah yıllardır Twitter’da beynimizde ırz namus komayanlardan değildir” şeklinde hayli lümpen bir akış oldu. Yıllardır hatırlanmamış aynanın karşısına geçip kendime baktığımda her sabah sola doğru yatırarak ilgi gösterdiğim halde, 2.5 aydır berber yüzü görmediğinden hayli uzamış saçlarım hemen dikkatimi çekti. İrkildim. Uzun saç bana hiç yakışmıyor, beni tam bir at hırsızına çeviriyordu. “Kızın karşısına bu tiple çıkarsam tinerci sanıp ‘nerde kaldın’ diye aramaya kalkar. Ya telefonu sessize alayım, ya da bir berbere bari gideyim” diye düşündüm. “Bir berbere bari” ifadesi tekerleme tadı vermişti. Aynadaki yüzüme hafifçe gülümsedim ve mantıklı olanda, yani berbere gitmekte karar kıldım.

Saçlarımı hiçbir zaman tabelasında Superstil Erkek Kuaförü gibi alengirli isimleri olan yerlerde kestirmemiştim. Mahalledeki esnaf amca berberi işimi fazlasıyla görüyordu. Yaklaşık sekiz yıldır saçlarımı kestirdiğim, taşındıysa da araya araya izini bulduğum Turan Abi’nin kapısındaydım. İçeride yine TRT Haber açıktı. Kafasında hilâl taktiği nizamını almış bir ordu şeklinde direnen saçlarıyla kel kafalı bir amca ve kıvırcık saçlı bir ortaçağ şeytanı oturuyordu. Kıvırcık saçlı elindeki gazeteyi katlanma yerlerini perişan ederek evirip çevirirken, diğeri koltuğu hazırlayan berberle torunlardan bahsediyordu. Hilal amcanın işi uzun sürmez diye içeri geçip oturdum, selamlaşmanın ardından TRT Haber’i izlemeye başladım. Biraz dalmışım. “Ee delikanlı, buyur” dedi berber. Delikanlı diyerek aramıza seneler koymaya çalıştıysa da ben dükkana girdiğim andan itibaren kendimi ondan farklı görmüyordum. Koltuğa kuruldum. Turan abi nasıl kestireceğimi bile sormadan arada sırada saçımı yolan makinesiyle, kafamın yarım metre ötesinde seri halde boş boş şakırdattığı makasıyla işini yapmaya başladı. Bu şakırtıya aşıktım ben. Bach ölsün, Mozart unutulsun, Fahir Atakoğlu’nu eşşekler kovalasındı da bu makas hep şakırdasındı. Yapacak başka bir işim olmadığı için, Turan Abi tıraş sonrası föhn çekerken elindeki sert saç fırçasını yarı çıplak kafama “doynk doynk” diye vurana dek şakırtıya duyduğum aşkı düşündüm. Fakat bu doynkler beni kendime getirir gibi olmuştu. Ben burada ne arıyordum? Aslında derdim yalnızca maliyet değildi. Öyle olsa makası alıp saçımı kendim de kesebilirdim ama yamuk yumuk olurdu. Esnaf amca berberleri mis gibi esnaf amca tıraşı yapıyordu. Öyle muntazam iş çıkarıyorlardı ki gelir vergisini az ödemek gayesiyle sattığım malın bedelini üç-beş kuruş az göstermek gibi sahtekarlıklar yapsam, kimse “ne oluyor birader” demezdi. Yoldan geçen birini durdurup “nah dilim şu boğazıma kaçsın ki söylediğin fiyattan yüksek alıyorum”, “dünya başıma çöksün ki bunu bu fiyata verirsem aç kalırım” diye büyüdüğünde mübahele olacak beddua fantezilerimden bahsetsem kimse deli olduğumu sanmaz, sadece müşterilerimi karıştırdığımı düşünürdü. İşte öyle güzel kesiyorlardı. Gerçi Turan Abi’nin tıraş sonrası vücuduma yapışan kesik kılları toparlarken hoyratça kulağıma ve burnuma soktuğu, boynumu gıdıkladığı tüylü fırça beni yine dellendirmişti. Allah’ın belası aile büyüklerinin yüzüne sakalını sürüp çığırttığı bebekler gibi huzursuzlanmıştım. Ahmetcik bir anda çeyrek asır kadar geriye dönüp “amca yapmaaa” diye çığlık atmak, “püğe püğee” diye tükürmek istemiş, tüylü fırça çekmeceye girince tekrar esnaf amca oluvermişti.

Turan abi, “Yıkiyim mi?” diyerek bana sorabileceği en gereksiz soruyu sordu. Elbette eve gidip kendim yıkayacaktım. Hem beleşti, hem de kulağıma su kaçırmayacaktım. Üstelik elin herifi köpüğü yıkamak için yanağımı mıncıklarken gıdıklanıp “gık… kıh kıh kıh… muahaha… puahahaahahahaa!” diye git gide artan bir şiddette gülüp rezil rüsva olmak da işime gelmezdi. “Hayır Turan abi” dedim ve 15 lirayı uzattım. Kapıda sakal 6, saç 14 yazıyordu. Turan abi parayı aldıktan sonra ceplerini karıştırdı, benim duyduğum 1 liranın tok sesini o nedense bir türlü duymuyor, “bırak şu 1 lirayı, bırak dön git” diye gözlerimin içine bakarak gergin gergin yalvarıyordu. Hey gidi Turan abi hey, sen misin beni caydıracak? Montumun yakasını düzeltiyor gibi yapıp bozdum, sonra tekrar düzeltmeye başladım. Telefonumu cebimden çıkarıp bi bildirim var mı diye baktım ve yerine koydum. Elimi yeni kesilen saçlarımın arasına daldırıp saçlarımı parmaklarımın arasından akıtarak iyice zaman kazandım. Sonunda yarım dakikadır sesini duyduğum 1 tl Turan abinin cebinden usulca dışarı çıktı. Parayı kaptığım gibi “bereket versin” dedim ve dışarı fırladım. “Bahşişmiş”, dedim kendi kendime. “Bahşiş kültürü sömürü kültürüdür. İnsani hislerimi suiistimal edip ‘ben sana iyi çakamadım, biraz da kendi kendine çak’ diye para istiyorlar. Millet de para bıraktı mı kendini Gloucester Dükü zannediyor. Bundan beş yıl önce en iyi arkadaşım Murat, benim elimden hesabı ödemek için aldığı parayla 1 lira bahşiş bıraktı diye onunla 3 ay kavga etmiş adamım ben. Herif benim paramla başkasına artistlik yaptı. Dur ariyim şunu da biraz söveyim. Ya da neyse, artık o en iyi ikinci arkadaşım nasılsa” diye düşünerek eve döndüm.

Sakallarımı kesip banyo yaptıktan sonra evden süratle çıkarak iki buçuk kilometre ötedeki kafeye yürüdüm. Çocuksu süslerle sevimli olmaya çalışan bir kız tek başına oturuyordu. Beni görünce işaret etti. Demek ki halam şevk ile fotoğrafımı da göstermişti. Gidip karşısına oturdum. Çok kasılmış ve heyecanlanmıştım. “Merhaba, ben Ahmet, isminizi öğrenebilir miyim?” diye call center operatörü açılışlarına benzer bir soru sordum. “Size nasıl yardımcı olabilirim” cümlesi gırtlağımda duruyordu.

– Şehnaz Çiğdem, Şehnaz Çiğdem Mahmutoğlu.

Aha! diye düşündüm, 1970’lerde İstanbul’a göçmüş, yaz tatilinde köye tatile giden ama bir yandan da moderniteye eklemlenen bir ailesi var bunun. Hani bazen boş bulunursunuz da ağzınızdan çıkanın anlamını o laf çıkmadan algılayamazsınız ya, hani kendinizin de lafınız biter bitmez fark edeceğiniz potlar kırarsınız ya sevgili dostlar, “Şehnaz babaannenizin ismi miydi?” diye sorduğumda bu utanç hissiyatı yakama yapışmıştı. “A.. A yok hayır, neden sordunuz?” diye afallamış halde karşılık verdi. Ağzının yanları çukurlaşmış, yüzü uzamıştı sevdiceğimin. Galiba buluşmamızın yirmi dördüncü saniyesinden itibaren beni sevmiyordu… “Hiiç”, dedim, açıklama yapmaya kalkarak herşeyi berbat etmek istemedim. Branşı Türkçe öğretmenliğiymiş, sevindim. Resim öğretmeni filan olsa afrasından, tafrasından ve bilhassa masrafından geçilmezdi. “Ne alırdınız?” diye gelen garsonu bekletmeden “çay!” diye karşılayarak müstakbel eşime son sözün kimde olduğunu mu hatırlatmak istemiştim, yoksa daha pahalı bişey istemesin diye önünü kesmeye mi çalışmıştım, yahut, yahut ilkini şu anda kendimi cimri göstermemek için mi uydurdum şimdi tam bilemiyorum ama az sonra iki ufak çay masamızdaydı. Gerçi 10 yudumda biten çayın yerine 30-40 yudum giden bir su da isteyebilirdim ya, kızın gözünde rezil olmanın maliyeti aradaki 20 yudumu kapatıyordu. Az önceki rezilliğimi sıvamak istiyordum.

“Çiğdem çok hoş isim, iyi seçim olmuş. E Şehnaz da öyle tabii.”

“Evet ismimi seviyorum. Hele Çiğdem muhteşem. Bence tınısı, uyandırdığı çağrışımlar çok tatlı. Çiçeğe benziyor di mi, çıtır çıtır kırılan narin bir isim. Annem çok istemiş. Gece yatmadan önce böyle bazen ismimi kendi kendime söylüyorum. Dinleniyorum, huzur buluyorum.”

Megalomanın böylesiyle ilk defa karşılaşıyordum. Bıraksam ismini anlatırken göz yaşlarına boğulacak, ismini öpüp koklamaya başlayacaktı sanki Şehnaz bacı. Bu buluşmadan bir yuva çıkmayacağı belli olmaya başlıyordu. Eminim verim prensiplerini bir tarafa bırakıp havlularla iç çamaşırlarını, çoraplarla pantolonları ayrı makinelerde yıkayan; çiçek desenli defterlerde yarım satırlık cümlelerle, bitmek tükenmek bilmez üç noktalarla günlükler tutan bir kızdı bu. Öte yandan kızla muhabbet kurabilmek için nereden devam etmek gerektiğini bulmuş, “ne konuşucam lan ben şimdi bununla?” stresini isimlerden yürüyerek atabileceğimi görmüştüm. “Ah evet çok haklısınız. Ben de ismimi çok seviyorum. En sevdiğiniz kız ismi nedir peki?” diye sordum. “Önce kendi ismim. Sonra daaaa, Eda İlayda Melda, kızıma koymak istiyorum bunu, şiir gibi değil mi ama” dedi. Kıza çok fena kıl olmaya başlamıştım. Ne tiksinç bir insandı bu yahu? Ne biçim zevkleri, ne bayık bir tarzı vardı? Normalde bir kıza ancak köprü geçildikten, evlenme kararı alındıktan sonra gösterilebilecek içyüzümü erkenden ortaya koymaya karar verdim.

“Hiç düşündünüz mü, sadece çocuklarımıza kısa isimler vererek milyonlarca dolar tasarruf edebileceğimizi? Ben düşündüm” dedim. gözleri faltaşı gibi açılmıştı fakat akademisyen moduna girmiştim bir kere, frenlerim fena patlamıştı. Laf etmesine izin vermeden dersime devam edecektim, elimden kurtulamayacaktı: “Herkesin farklı olmak gayesiyle çocukları için uzun uzun isimler seçmesi, ülke çapında ciddi bir ekonomik kayıp anlamına geliyor. 77 milyon Türk evladının isimleri 4 harfi aşmasaydı, şu anda mürekkep ve kağıt masrafımız ciddi ölçüde azalacaktı. Her vatandaşın sadece bir ismi telafuz ederken bir saniye daha uzun konuştuğunu düşünelim, 77 milyon saniye kayıp demektir. Yani ülkecek ortalama 2.5 yılımızı tek bir ismi telafuz etmek için fazla konuşmakla harcıyoruz. Evde hesapladım, hesapladım ben. Doğru, bebekler konuşmuyor, konuşma engelliler var. Ama nüfus memurları, çağrı merkezi çalışanları ve spikerler tek başına bunu amorti eder. Hem de gün içinde bir değil, belki on defa, yirmi defa isim söylüyoruz. Bakın hanımefendi, ben bu düşünceden dolayı, aslında 8 harfli bir kombinasyonu düşünüyor da olsam artık kızıma Su ismini vereceğim. Gerçi kızıma her seslenişimde, oturduğum odaya bir sürahiyle koşuşan, yahut “ılık mı, soğuk mu?” diye soran nazik hanımlar hayal edecek kadar safım ama olsun. Oğlum içinse devletimizin mürekkep masraflarını minimumda tutmak üzere, diğer üç harfli kombinasyonları eleyerek Ali ismini layık gördüm. Tasarruf isimde başlar. Ben ekonomik adamım.”

ŞÇM’nin beti benzi attı. Cevap veremedi. Kafasını şaşkınlıkla sağa sola çevirdi. Kulakları da biraz büyüktü sanki. Aniden “Ayy şey benim işim çıktı diyerek hızlı hızlı dışarı yürüdü… Kendi çayımı bitirdim, onun yarım kalan çayını da ziyan olmasın diye içtim ve hesabı ödeyerek dışarı çıktım. Mutlu muydum, gergin miydim, üzgün mü, mutmain mi? Bilmiyorum. ŞÇM o günden sonra beni bir daha aramadı… Fakat gönülden inanıyordum ki ben cimri değildim, ayrıca ben uyurken horlamazdım, benim ayaklarım kokmazdı ve tabii ki ben yellenmemiştim.

Ahmet Yıldırım

http://www.hafifdergi.com/homo-microeconomicus-ahmet-yildirim/