|OKU| HknHan--Şeytan Düşerken

Day 2,769, 16:03 Published in Turkey Turkey by HknHan

Allah’ın inayeti ile İdlib’den sonra Cisri de zalimlerin elinden almak zor olmadı. Fetih ordusunun ilerleyişi Batı’yı yine ürküttü. Esed’i cehenneme göndereceğimizi anladıkları için ABD ve İngiltere önderliğinde bize elçiler gönderildi. Onların kuracağı bir kurtuluş ordusu altında savaşmamız ve Suriye’yi kurtarmamız istendi. Komutanlarımız kabul etmediler. Arkasının geleceğini biliyorlardı. Türkiye’den gelecek mesajı bekliyorlardı. Allah razı olsun devletimiz de tek başına da kalsa Fetih ordusuna destek vermeye devam edeceğini Batı ile ittifakın yine İran güdümünde özgür bir Suriye olacağını, bu yüzden teklifi kesinlikle kabul etmememiz gerektiğini bildirdi. Bu bize yeterdi. İlerleyecek, Lazkiye’yi ele geçirecek, limanları ve geçiş yollarını kontrol altına alacak, Güney’e doğru Humusa, oradan Hama’ya oradan Şam’a geçecek, Sinan ile beraber, Ferhat ile beraber Golan tepelerinden Kudüs’e doğru ellerimizde Türkiye’den gelen Bora silahları ile fırtına gibi esecektik. Bu fetihte olmak için can atan Sinan ve Ferhat artık olmasa da ne Sinanlar bitecek ne Ferhatlar. Anlaşmaya yanaşmayan komutanlarımız ve komutanlarımızı kavi tutan Türkiye’ye Amerika’nın cevabı gecikmedi. Çadırlarımızın olduğu bölge havadan ağır bombardımana tutuldu. Özellikle Türk mücahitlerin olduğu çadırların hedef alınması tesadüf değildi. Bir çadırda bulunan bütün kardeşlerimiz şehit oldular.

Türkiye’den 10’dan fazla kardeşimizi İdlib’de, Lazkiye kapılarında kaybettik.

Sultanbeyli’den Sinan’ı.

Elazığ’dan baba ve oğul Mehmet ile İsmail’i.

Erzurum’dan Osman ve Murat’ı

Diyarbakır’dan Yunus’u ve Furkan’ı

Adıyaman’dan Ferhat’ı

Bursa’dan Taha abiyi.

Darıca’dan Ümit abiyi.

Ve isimlerini zikretmediğim kardeşlerimi…

Ey ismi okunduğunda “burada” diyen abilerim. Allah bize acısın ve bizleri de sizin yanınıza alsın… Arkada bıraktığınız emanetler artık bizim. Lazkiye’ye girmek de, Şam’ı almak da, Kudüs’ü zalimlere mezar eylemekte artık bize düşer.

Ne yazayım demiştim gelmeden önce Selami abiye. Gözlerimizin içinde ne görüyorsan onu yaz dedi. Gözlerinde okçular tepesinde kalan birkaç korkusuz yiğit. Gözlerinde Hamza’nın vurulduktan sonra şehit olmadan önce Hz. Vahşi ’ye attığı birkaç adım. Gözlerinde Selahaddin’in haçlılara indirdiği son darbe. Gözlerinde Çin’in Guangzhou şehrine yaklaşık 1500 yıl önce giden Saad bin Ebu Vakkas’ın teslimiyeti. Gözlerinde Ulubatlı Hasan’ın vücudundaki onlarca oka rağmen surlara diktiği sancak. Gözlerinde Alparslan’ın yiğitleri, Filistin’in çocukları, Yemen’in yetimleri, Suriye ve Irak’ın mazlumları.

Gözlerinde kaybettiğimiz bütün şehitler. Gözlerin ne güzel Selami abi…

Buraya geldiğim günden beri üzerimde isteksiz bir bıkkınlık var. Beklemekten gelen bıkkınlık. Suskunluktan gelen bıkkınlık. Çok acelecisin diyor Selami abi sürekli. 100 yıldır bekliyorum abi diyorum. Evlatlarına ya da nasip olursa torunlarına da şans tanı diyor. Sen görmezsen onlar görecek diyor. Devlet sabrı bu abi dedim. Evet, Allah zeval vermesin hem içeriye hem dışarıya karşı büyük bir savaş veriyor devlet dedi.

Uzun süredir içerideki kavgayı unuttuğumu hatırladım. Seçimler yaklaşıyordu. Bir taraftan önümüze proje olarak konulan Selahaddin Demirtaş, diğer taraftan küresel baronların tükenmek bilmez Türkiye planları.

200 yaşına kadar hayatta kalmak istiyorum demişti Rockefeller. Tam 100 yaşında 6. kalp naklini yaptırdıktan sonra. Şeytanın yeryüzündeki planları önümüzdeki 100 yıl içerisinde bütün sınırları zorlayacak, İstanbul bu savaşın tam ortasında kalacak, dünya hiç kimsenin şahitlik etmediği bir mücadeleye tanık olacaktı.

Rockefeller bunu demek istiyordu. 150 yaşına kadar değil, 250 yaşına kadar da değil, 200 yaşına kadar yaşamak istiyordu. Çünkü kurdukları planlar bu süre zarfında hayata geçirilecek, Kudüs’te kazıdıkları Süleyman mabedinin altında Hz. Süleyman’ın ateşten yaratılanlara verdiği mücadelenin hıncını alacaklardı. Şeytana orada secde edecekler, ateşten yaratılanları inançlarına göre orada özgür bırakacak, kendi akıllarınca kıyameti zorlayacaklar, Yahudilerin Armagedon rüyasını gerçekleştireceklerdi.  Bunun için yeryüzünde tek Müslüman kalmamalıydı. Doğu’da Çin, Tayland, Ortadoğu’da İran, Afrika’da Mısır gibi onlarca taşeron onlar için çalışıyordu. İran devleti ise Şiaları bile bu hedef uğruna kullanmaktan çekinmiyordu. Şimdi de Suriye’de bizim karşımıza çıkmışlardı. Yemen’de Husileri ve kabileleri örgütleyen İran Bahreyn’de umduğunu bulamadı. Devletimizin de uyarıları ile Bahreyn’de İran’ın üst düzey mollaları tekrar İran’a sürgüne gönderildi. Irak’ta İŞİD ile evcilik oynayanlar sürekli ne hikmetse yanlışlıkla Sünni direniş örgütlerini vurdu.

İran’ı daha fazla hâkim kılmak için ne yapmalıydı Irak’ta? Çözüm çok kolaydı. Daha dün saldırıdan önce haber geldi. İŞİD Irak’ta Ramadi’yi ele geçirmişti. Ramadi’den sonrası Kerbela idi. Ramadi’den sonrası Bağdat’tı, Necef’ti. Amaç neydi?

Selami abi tebessüm etti. İran asker göndermeyi teklif etmiş mi peki?

Evet abi dedim.

Tamam işte dedi. İran birlikleri İŞİD’i geri püskürtme bahanesi ile Ramadi’ye girsin diye kasıtlı olarak bırakmışlar orayı İŞİD’e dedi. Yani İran Irak’taki varlığını güçlendirecekti. Lübnan’dan sonra Irak’ı, Irak’tan sonra Suriye’yi teslim alacaktı. Belli ki Türkiye’yi hem Güney’den hem de Doğu’dan kuşatma vazifesini üstlenmişti.

Ne yapıyoruz dedim.

Sadece unutmuyoruz dedi. Ne dışarıda bize tuzak kuranları ne de bu tuzaklara karşı dua edenleri. Kim okçular tepesinde şehit olanların kaybettiğini iddia edebilir? Ya da kim okçular tepesini terk edenlerin kazandığını?

Çok garip bir dünyada yaşıyorduk. Hz. Hüseyin’i davet edenler ona ihanet etmişlerdi. Buna rağmen daha sonra Hz. Hüseyin’i sevdiğini iddia edip yine onun anısına Kerbela’da her yıl toplanan milyonlar işte onların ta kendileriydi. Özgürlükten bahsedip özgür olmak isteyenleri bombalayan Batılılar gibiydiler. Aynı dili konuşuyorlardı. Onlar gibi olmayı beceremiyorduk. Çünkü kahpelik ve zillet bizden uzak olsundu. Çünkü izzet ve şeref bize yakın olsundu.

Suriye’de İdlib kırsalında geceler bütün şehirleri kıskandıracak kadar güzel. Şehirler, ışıklar, gürültü, aslında hepsi içimizde yavaş yavaş ölen bazı şeylerin yerini alan sahte mücevherler gibi. Bu yüzden gece ve yalnızlık. Bu yüzden Hira. Bu yüzden hicret. Bu yüzden Saad bin Ebu Vakkas’ın cennetle müjdelenmesine rağmen Hicaz’da durmayıp Çin’e kadar gitmesi ve ruhunu Allah’a orada teslim etmesi. Bu yüzden Avrupa’nın kalbinde Bosna’da Erdoğan’ın Avrupa’ya ŞEREFSİZ yakıştırmasını korkusuzca yapması. Bu yüzden Mursi’nin idama mahkûm edilmesi. Bu yüzden evde duramayışım. Kızımı çok özlememe rağmen, mücahitlerin çok iyi maaşlarla çok güzel işlerde çalışabileceklerine rağmen, bu yüzden bize Rıhle’nın emredilişi. Annelerin sabrı bu yüzden.

Ve kırsal ’da Burmalı Eyüp ile yaptığımız uzun soluklu muhabbetler. Eşini ve çocuğunu Endonezya’ya bir botla göndermiş ve oradan bin bir zorlukla Suriye’ye gelip mücahitleri bulmuştu. Asıl amacı İstanbul’a gelmekmiş. Ama İstanbul’dan mücahitlerin de Suriye’de olduğunu duyunca sevincinden ağlamaya başlamış. Bu mücadeleyi kazanacağız, eğer İstanbul’dan kardeşlerimiz geldiyse bu savaşı kazanacağız demiş. Bir an önce İstanbul’dan gelen mücahitleri görmek istemiş. Selami abinin yanına getirmişler. Selami abi bir çocuğu teskin eder gibi sarılmış Eyübe. O günden sonra yanından ayırmamış.

Eyüp ile muhabbetlerimiz hep gece oluyor. İkimizde uykuyu sevmiyoruz. O bota bindirdikten sonra bot gözden kayboluncaya dek gözetlediği oğlu Muhammedi, ben de daha 1 yaşına basmamış minik kızımı anlatıyordum.

Türklerle ilgili konuşurken hep kardeşlerim diyordu. Kulaklarımda çınlayan şu cümlelerini asla unutamam. Kardeşlerimizle beraber Suriye’yi, Irak’ı, Kudüs’ü aldıktan sonra Burma’ya, Myanmar’a da gideriz değil mi Bisimit.

Gitmeyeceksek Kudüs bize yurt değil, mezar olsun dedim.

Allah Türklerin devletini ayakta tutsun. Allah Erdoğan’a güç versin dedi. İnşallah dedim. Yine o küçük Muhammedi, ben minik kızımı anlatmaya devam ettik.

Bir mücahit için gündüz yoktur orada anladım. Çünkü akşama kadar yaşadığını sadece cemaatle kıldığın namazlarda anlıyorsun. Onun dışında bütün gün mevzi kazanmak, kaybedilen mevzilere tekrar saldırmak, arkadaşını kollamak ve nasip olursa şehadeti düşlemekle geçiyor. Gece ise mücahidin kendisini hatırladığı zaman. Gökyüzünde yıldızlar olduğunu, parlayan bir ay olduğunu, bir ailesi olduğunu hatırladığı zaman gece.

Yola çıkmadan önce Selami abi biliyor musun dedi. Neyi dedim. Bombalanan çadırda Eyüp te varmış dedi. Hiçbir şey diyemedim. Küçük Muhammed geldi aklıma. Endonezya’ya sağ salim varmışlar mıydı? Hem eşinin ismini neden sormamıştım ki. Muhammedi bulabilir miydim? Babasının nasıl bir kahraman olduğunu anlatma fırsatım olacak mıydı? Eyüp’ü göreceğim abi dedim. Cesetler yanmış şekilde dedi. Kafanı bulandırma. Ümmetin salahiyeti için git artık dedi.

O hastanede sıkıştırdığınız vali ya da general her kimse onların cesetlerini köpeklerin bile yemeye temayül etmeyeceği bir hale gelecek dedim. İlk defa Selami abiye emir nizamı ile hitap ettim. Tamam dedi.

İdlib’den sonra Cisr’i aldığımızda yüzlerce rejim askeri Vatan isimli bir hastaneye sığınmışlardı. Suriye rejimi buraya havadan paraşütle silah ve erzak yardımı yapıyordu. Ben dönene dek o hastaneyi kontrol altında tutuyorduk. ABD rejiminin bize saldırma sebebi çoktu. Hem anlaşmaya yanaşmayışımız hem Hastanede muhtemelen Esed’in çok güvendiği generaller ve yöneticilerin olması bizim bir an önce yok edilmemiz anlamına geliyordu.

Esed rejimi Mastuma ve Eriha’yı içindeki silah ve mühimmatla bize teslim etme karşılığında hastanedekileri serbest bırakmamızı teklif etmişti. Kabul etmemiştik. Hastaneyi ele geçirmek zor olacaktı ancak çoktan çalışmalara başlamıştık. Bana görmek nasip olmasa da kardeşlerimiz birkaç gün içerisinde hastaneyi mezar içindekileri de cesede çevirecekti. Eyübün, Sinanın, Mehmetin, Bahattin ve Hayati abilerin intikamını biraz da olsa almış olacaktık.

İstanbul’a geldiğimde eve gitmeden önce Fatih Edirnekapı’daki Kariye’de kefeni ile yola çıkanlarla toplantı yapmamızı istedi Selami abi. Tebriz’den Kamran geldi. Mahabad’dan Faruk. Cibuti’den Halim. Gabon’dan Muhammed Şefik, Haydarabad’dan Celaleddin, Butan’dan Osman, Lusaka’dan Fettah, Durban’dan Cabir, Kinşasa’dan Abdusselam, Keşmir’den Rıza, Lagos’dan Süleyman, Hartum’dan Seydi, Bengal’den Selahaddin, Taiz’den Hayati, Rabat’tan, Horasan’dan,  yiğitler geldi. Hepsi büyük Türkiye sevdası ile ailesini, çocuğunu bırakıp uzun yolculuklara çıkmışlardı. Hepsi mazlumların ahını almak için yere ve göğe ant içmiş, sırtında çantası ve yarına dair büyük Türkiye’den başka hiçbir hayali olmayan kahramanlar.

Birbirinin ismini bile henüz bilmeyen ama aynı dava uğruna kelle koltukta gezen tam 36 cengâver.

Tebriz’deki öğrenci hareketlerini anlattı Kamran. Milletten ümmete, bölünmüşlükten vahdete götürecek hedeflerimiz uğruna kullanılması gereken mecralardan bahsetti. Her şey bizim için kılıç, her yer bizim için savaş meydanıydı.

Mahabaddaki kürt hareketlerini Faruk’dan dinledik.  Hartum’da isyancılar ile hükümet arasındaki son gelişmeleri anlattı Maruf. Maniplasyonlara devam edilecek. Varlığımız hissedilene dek Batı’nın liderlik ettiği bir barış sağlanmayacaktı. Keşmiri dinledik Rıza’dan. Pakistan ile bağlantı kurmaya devam edeceklerdi. İngiltere’nin güdümündeki Hindistan asla rahat bırakılmayacaktı. Benzin dökmeye devam edeceklerdi mücahidler. Türkiye’den yakılan ateş elbet yolunu bulacaktı.

Bütün şehirlerde bir mahallemiz olacaktı. Civarda yaşayan Müslümanlar olabildiğince tek mahallede toplanacak, tek bölgede yaşayacaklardı. Kulağı büyükler, eğitim almışlar, çevresi olanlar Hristiyanların arasında kalmaya devam edecekti. Bir yanda toplumdan soyutlanmış hiçbir şeyden haberi olmayan Müslümanlar, diğer taraftan bütün planları alt üst edecek onların hainleri, bizlerin kahramanları. Batı bizi ahmak sansındı. Batı bize gariban baksındı. Hiçbir şeyden haberi olmadan köşesine çekilmiş, soyutlanmış sansındı. Onlara gösterdiğimiz resim kadar tanıyacaklardı bizi. Onlara öğrettiğimiz strateji kadar esir alacaklardı bizi. Emir verildiği zaman bütün dünya öyle bir patlama ile uyanacaktı ki tam 50 yıldır el altından 3. Dünya savaşını yürüten ve buna isim vermekten korkan Batı bir daha asla güneşi göremeyecekti. Artık son dakika haberleri Keşmir, Şam, Bağdat, Gazze, Doğu Türkistan, Sudan, Mali, Kongo, Cezayir için değil Tel Aviv, Amsterdam, Washington, Moskova, Berlin, Paris, Kopenhag için yapılacaktı. Artık televizyonlarda, internet sitelerinde alt yazılar, manşetler İslam topraklarındaki kargaşadan değil Batı’daki savaşlardan bahsedecekti. Bir akıl gelmişti. Ve bu akıl onların tahayyül bile edemeyeceği planlarla tıpkı Sultan Süleyman’ın yaptığı gibi zalimlerin gücünü zincire vuracak, kıyamete kadar dünyayı onlara kabir azabı yapacaktı.

Ezan okundu. Kamet getirildi. Namaza durduk. Burası Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’a giriş yaptığı Edirnekapı surlarına çok yakındı. Namazda her Allah çekişimiz İstanbul’u biraz daha bağlıyordu sanki bize.

Kardeşlerime Selami abinin selamı ile beraber gözlerini anlatma fırsatım oldu. Birden önümde 36 çift göz Selami abi oluverdi. Tek ruh, tek vücut, tek amaç. Hayır, ne Dağıstan’daki mücadele unutulmuştu, ne Bosna’da ki kıyam. Bu yiğitler buradan çıktıktan sonra dünyanın dört bir yanına dağılacaktı. Her biri farklı ülkelerde, farklı şehirlerde yeni büyük Türkiye için mücadele edecekler, kimi belki de önümüzdeki birkaç gün içerisinde şehit olacak, yerlerini yeni İbrahimler, Yeni Süleymanlar alacak, sancağımız mazlumların ahını alana dek elimizden düşmeyecekti.

Hepsini uğurladık. Soydaşım Kamran ile baş başa kaldık. İran baş edilmesi gereken en büyük engel olacaktı. Farkındaydık. Kamran Azerbaycan üzerinden fitili yakmıştı. Mahabad’daki olaylar süreklilik arz etmese de İran’ı korkutmaya yetmişti. İran kendi kenti olan Mahabad’dan bütün asker ve polisini çekmişti. Bu geçiciydi elbet ama biz istediğimizi almıştık. Rüzgâr ne kadar sert eserse essin, bu ateşi yakmak istediğimizde yakabileceğimizi öğrenmiştik. Suriye ve Irak’ta düzene giren mücahitleri anlattığımda Kamran sevinçten ellerimi öyle sıktı ki, İran’ı sıksan bu kadar şimdiye parçalamıştın demekten alamadım kendimi. Tebessüm etti. Gözleri doldu. Gözlerim doldu. Gözlerimiz Selami abi oluverdi. Vedalaştık.

Kardeşlerim, okurlarım, dostlarım, 17 Aralık’tan sonra devletimize karşı başlatılan aleni savaşa dışarıdan tespitler yaparak sizinle beraber destek olmaya çalıştım. Bu kavganın içine sizinle beraber girdim. Sonra bize hicret nasip oldu. Gittik gördük. Ve şimdilik geri dönmekte nasip oldu. Bu mücadeleyi yazmamak benim için ahmaklık olurdu. Sizin bazı şeyleri bilmemeniz bu davanın kaybı olurdu. Bazı şeyler söylenmemeli evet, söylemediğimiz şeyler zaten o kadar çok ki. Şimdilik sizin bilmenizi istediğimiz bu bilgiler karşı tarafın da bilmesinde sakınca görmediğimiz bilgiler. Bu yüzden sizin gururunuz, onların utancı olsun. Sizin şerefiniz onların şerefsizliğine karşı dursun. Sizin vicdanınız onların zulmüne karşı dursun. Devletinizin 100 yıldır yaşadığı fetret dönemi artık sona erdi. Türkiye Ortadoğu’da artık Batı’nın müttefiki olmaktan çıktı. Ortadoğu’da Amerika’nın da İngiltere’nin de İsrail’e rağmen yeni gözdeleri İran oldu. Daha geçen hafta Batılı bir liderin Erdoğan verdiği sözü tutmuyor, Atatürk ve sonrasında gelen liderler gibi bizimle işbirliği yapmıyor diye itirafta bulunması, İngiliz Telegraph gazetesinin Erdoğan’a dikkat edin, Atatürk’ten sonra gelen en güçlü lider diyerek müttefiklerini uyarması, New York Times’ın paralel ile müzakere ederek hazırladığı raporda Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler tarafından durdurulması gerekir diye manşet atması sizin için de bizim için de yeterince acı bir mecaz değil mi?

Hatırlayın NATO’nun Türkiye’ye kurduğu tuzağı yazmıştım. Mavi Marmara saldırısının Erdoğan’a lortlar kamarasında bir önceki dönem başkanı Blair’în cevabı olduğunu yazmıştım. Türkiye’nin NATO’dan çıkmasını istediklerini, Türkiye kendi isteği ile çıkar çıkmaz Türkiye’yi alev topuna çevireceklerini yazmıştım. Çünkü NATO’da istedikleri Türkiye başında Erdoğan olan bir Türkiye değildi.

Bin yıldır Anadolu topraklarına kurulmuşta olsak bizi buradan sürmek ve hatta en yaşlımızdan en gencimize kadar hepimizi tek tek öldürmek nasıl ki onların rüyası ise, ümmet olarak omuz omuza tek saf olup düşmana tek sesliliğimizle korku salmakta bizim kızıl elmamızdır.

Kardeşlerim Yeni Türkiye’nin yiğitleri bu hafta tekrar dünyanın farklı bölgelerine dağılacaklar. Sizin içinizde volkan gibi büyüyen öfkeyi düşmanın kalbine taşıyacaklar. Ne Ortadoğu’da mezhep düşmanlığı üzerinden kan döken İran’a nefes aldıracaklar ne de Afrika’da el Şebap gibi örgütler üzerinden İslam’ı lekelemeye çalışan kâfirlere. Bu kavganın artık geri dönülemez bir virajda olduğunu anlamamız icap eder. Hızlı karar mekanizmasını ülke olarak çalıştırmamız icap eder. Bu bağlamda Erdoğan’ın ne yapmaya çalıştığını daha iyi anlıyorum. Biz belki de onlarca sayı farkla yenik başladığımız bir maçı çevirmenin eşiğindeyiz. Hareket kabiliyetimizi kısıtlayan bu küflü ezikliği üstümüzden atmanın vakti geldi de geçiyor bile.

Artık hepinizin birer Bilal olma vakti geldi. Artık sıcak yorganlarınızdan, yumuşak yastıklarınızdan vazgeçmenin zamanı geldi. Eskiden olduğu gibi rıhle medeniyetine dönmenin vakti geldi. Çantanızı sırtınıza alıp yola çıkmanın vakti geldi. 100 yıldır uyuyorsunuz ey Ümmet. Artık ne devletten ne istihbarattan bir şeyler beklemeden bireysel olarak sorumluluk alma vakti geldi. Artık her biriniz için birer Bisimit olma vakti geldi.

Kardeşlerim Batı’nın V for Vandetta filmini, Matrix’i, Yüzüklerin efendisi serisini, dövüş kulübü filmini neden yaptığını biliyor musun? Çünkü V for Vandetta sistemi, Dövüş Kulübünün kahramanı da kapitalizmi senin yerine yok etti. Frodo ve son kral kötülükleri yeryüzünden senin adına sildi. Matrix’in kahramanı Neo senin yerine sisteme meydan okudu. Artık senin hiçbir şey yapmana gerek kalmadı. Sen sıcak yatağında önünde televizyon, elinde telefon, cebinde paran keyfine bakabilirsin. Bütün kötülükler senin adına yok edildi. İşte sana kurulan bir tuzak da bu oldu. Senin filmlerde yok oldu sandıkların seni gerçek hayatta yok ediyor.

Kardeşim. Orta Asya’dan her şeyi bırakıp Anadolu’ya halkı İslamlaştırmak için gelen erenler kadar cesaretin yoksa ne Malazgirt senindir ne de İstanbul. Zafer her şeyi devletten bekleyerek erişilecek bir ülkü değildir. Yıllardır bu ülke sana unuttuğun birçok şeyi hatırlattı.

Müslüman olduğunu unutmuştun. Osmanlı olduğunu unutmuştun. Bir zamanlar Afrika’dan Kudüs’e, Halep’ten Viyana’ya bütün vilayetlerin sana ait olduğunu unutmuştun. Çok az gücün olmana rağmen senden kat kat fazla ve teknolojik olarak önde olan düşmanlarını ceddinin darmadağın ettiğini unutmuştun. Kimliğini unutmuştun. Kaybolmuştun kardeşim. Yoktun sen. Okula bile gidemiyordun. Namazını kılamıyordun, ezanını okuyamıyordun.

Sen kardeşim yok edilmiştin. İşte devletin sana on yıldan fazla bir süredir bütün bunları tekrar hatırlattı, öğretti, benimsetti. Sen bir çocuktun. Devlet seni büyüttü. Şimdi devleti büyütme sırası senindir